22 Nisan 2014 Salı

Muhammed İkbal



Muhammed İkbal, Pakistan’ın kuruluşunda büyük payı bulunan; şair, alim, filozof ve politikacı.

Tek cümleyle yazılan bu tanım elbette yetersiz kalır. Hele de Muhammed İkbal gibi önemli bir kişiliği anlatırken tek cümle kullanmak ona hakaret olur.

Muhammed İkbal, Hindistan’daki Amerikan sömürgesine karşı müslüman halkı örgütlemiş ve Pakistan’ın kurulmasında çok önemli bir rol oynamıştır.Pakistan’ın milli şairidir. Hatta birçok internet sitesinde “Pakistan’ın Mehmet Akif’i” olarak tanımlanmış. Fakat bu tanım da Muhammed İkbal’e dar gelir. O, Pakistan için milli şairden öte, önemli bir düşünür ve politikacıdır.  Mehmet Akif gibi edebi yönü değil, fikir yönü daha baskındır. 
Şimdi biraz da bu edebiyatın ve fikirlerin nasıl yeşerdiğinden bahsedeyim.

Muhammed İkbal, mutasavvıf bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor.İlk eğitimini Kur’an üzerine alıyor. Daha sonra Arapça ve Farsça eğitimi almaya başlıyor. Dil hocasının onu yönlendirmesiyle İslam Edebiyatı üzerine yoğunlaşıyor.
Daha sonra 1905’te Cambridge Üniversitesi’nde Felsefe ve İktisat bölümünden mezun oluyor. Londra’da yaklaşık 3 yıl Arap Dili ve Edebiyatı alanında hocalık yapıyor ve bu dönemde oldukça ilgi gören islami konferanslar veriyor. Bi’ yandan konferansları verirken diğer yandan da hukuk üzerine yoğunlaşıyor ve bir de savcılık diploması alıyor. Bu diplomayı aldıktan sonra Munich Üniversitesi’ne gidip Felsefe dalından doktora yapıyor. Bütün bu süreçler esnasında şiirleri ve makaleleri yayımlanan Muhammed İkbal, 1908’de Hindistan’a döndüğünde büyük bir sevgiyle karşılanıyor. Ülkesine döndükten sonra bir yandan edebiyatını sürdürürken diğer yandan da halka yeni yollar çiziyor ve bakış açıları kazandırıyor. Siyaset hakkında şu cümlesi benim için oldukça önemlidir:
"Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir"
Muhammed İkbal, siyasetin şerefe davet etmek olduğunu, Kurtuluş Savaşı sırasında yaklaşık 1.5 sterlinlik yardım toplayıp,  Ankara Hükümetine göndererek  tüm dünyaya göstermiş: samimiyetini ve izzetini ıspatlamıştır.

İkbal’in en çok dikkat çeken özelliklerinden biri de Mevlana’ya olan hayranlığıdır. Mevlana’nın fikirlerinden oldukça etkilenmiştir. Bu hayranlığını “Mevlâna,aşkın rehberidir;sözleri susuzlara çeşme,vücudu vecd-ü heyecandır.” beyitiyle ifade etmiştir. Beyit demişken şiirlerinde de bahsedelim. Şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır ve şiirleri Fars Edebiyatı’nın en önemli yapıtlarındandır.
---
Muhammed İkbal’in politikacı ve şair yönünden bahsettik. Şu sözünü söylemeden geçmeyelim:
"Devletler şairlerin kalbinde doğar, politikacıların ellerinde büyür ve ölürler..."

Biz onun en çok fikir adamlığıyla, politikacılığıyla, akademik kariyeriyle konuşsak da, Muhammed İkbal, şairliği ne kadar ön plana taşıdığını bu cümlesiyle belirtmiştir...
Dünyanın onun gibi şairlere, fikir adamlarına tekrar ihtiyacı var.
21 Nisan 1938’de rahmetli olan Muhammed İkbal’i saygıyla anıyor ve sizlere onu tanıtmaya çalışmaktan gurur duyuyorum.
Mekanı Cennet olsun...




                                                                                           M.Enes Batman
MURATHAN MUNGAN

Merhaba Tenefüs Okuyucuları 21 nisanın yani Murathan Mungan'ın doğum gününün geçmesi üzerine bugün size ondan bahsedeceğim.

Mardinli bir ailenin çocuğu olan Murathan Mungan, yazı hayatı boyunca şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu, sinema yazısı, senaryo, masal, şarkı sözü gibi farklı türlere ait eserler verdi.



İlk kitabı, Mezopotamya Üçlemesi adlı oyun üçlemesinin ilki olan Mahmut ile Yezida idi.Bu oyun, Türkiye İş Bankası'nın açtığı yarışmada ikincilik ödülü aldı. Sahnelenen ilk oyunu Orhan Veli'nin şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı Bir Garip Orhan Veli oldu. 1981'de ilk defa sahnelenen bu oyun, 1993'te kitap olarak basıldı.Bu oyun aslında bizleri bir şiir yolculuğuna çıkarıyor.

Sahtiyan adlı şiiri ile de "Gösteri" dergisinin 1981 Şiir Yarışması'nda birincilik ödülü alan Mungan, özellikle Metal(1994) adlı kitabındaki şiirleriyle 1980 kuşağının en çok okunan, tanınan şairleri arasında ilk sıralarda yer aldı.

Mezopotamya Üçlemesi'nin ikinci kitabı olan Taziye adlı oyunun 1984'te sahnelemesi nedeniyle Ankara Sanat Kurumu'nca Mehmet Baydın ile birlikte en iyi oyun yazarı seçildi. Oyun öldürme üzerine kurulu töre geleneğini konu almıştır.Mardin'de doğup büyümüş olduğundan dolayı bu konuya daha yakın olsa gerek.


40. yaşı nedeniyle 1995 ylında Murathan’95 adlı kitapta çeşitli ürünlerinden bir derlemeyi yayımladı. 2005 yılındaki 50. yaşı nedeniyle de 50 Parça adlı kitapta üzerinde çalıştığı kitaplardan hikâye,şiir, deneme, oyun gibi farklı edebi türden parçaları bir araya getirdi. Sadece 2005 yılı için yapılıp baskısı yenilenmeyecek bir kitap oluşturdu.

Bir de Mungan'ın yazdığı şarkı sözlerinden bahsedelim.Şarkı sözlerini, genellikle Yeni Türkü grubu bestelemiştir.Yeni Türkü’nün çok bilindik şarkıları arasında yer alan Olmasa Mektubun da Mungan’ın şiirleri arasında yer almaktadır.Bunun yanı sıra yazarın şarkı sözlerinden, çeşitli dönemlerde çeşitli sanatçılar tarafından bestelenerek seslendirilmiş şarkılar,Söz vermiş şarkılar adlı albümde toplanarak, yeni düzenlemelerle bazı sanatçılar tarafından yorumlanmıştır.Bu sanatçılar arasında Sezen Aksu Sevgilim, Athena Maskeli Balo, Aylin Aslım Kimdi Giden Kimdi Kalan adlı parçaları seslendirmiş ve Nükhet Duru,Göksel,Candan Erçetin gibi daha birçok sanatçı da bu albümde yer almaktadır.



Mungan, 1985'ten beri yaşadığı İstanbul’da 1988’ten beri serbest yazar olarak çalışmaktadır.

                  Murathan Mungan'ın en sevdiğim şiirlerinden olan Gece Nöbeti şiirinden ufak bir kısım

GECE NÖBETİ
.....
Artık daha az seviyorum seni.. 
Unutur gibi..ölür gibi daha az.. 
Yeniden ödetiyorum kendime 
Onca aşkın öğretemediğini.. 
Kolay değildi.. 
Yalnızca sevgilimi değil..evledımı da kaybettim ben.. 
Kaç acı birden imtihan etti beni.. 
Bir tek gece vardır insanın hayatında.. 
Ömür boyu sürer nöbeti.. 
Bu da öyleydi.. 
İyi ol.. 
Sağ ol.. 
Uzak ol.. 
Ama bir daha görme beni.



                                                                                 Merve Nur KABALAR


İskender Pala

Ve bu sayımızda İskender Pala ile buluşturuyoruz sizleri. Kutlu Doğum, Su Kasidesi, Fuzuli ve biz Tenefüs okuyucularına en güzel temennileriyle İskender Pala. Şimdiden hepinize iyi okumalar.

-Peygamberimize yazılan naat-ı şeriflerle aynı şairlerin başka gazelleri arasında oldukça fark olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlamalıyız?
İskender Pala: Ne zaman şairler Hz. Peygamber için bir şiir yazmaya kalkışsalar bambaşka şeyler yazıyorlar. Hiç tahmin edilmeyecek kadar güzel yazıyorlar. Hz. Peygamber’e olan sevgileri ve aşkları o derece onlara güzel sözler söyletiyor ki, söylenen söz, söylenenin adından dolayı birden bire üst katmana çıkıveriyor.
-Şimdi, Hazreti Peygamber’e yazılmış şiir deyince aklımıza ilk Fuzuli’nin Su Kasidesi geliyor. Su ile Hz. Peygamber arasındaki benzerlikleri neye dayandırıyoruz?
İskender Pala: Peygamber ile su arasında bir özdeşlik var. İkisi de mütevazı. İkisi de başkaları için iyilik yapıyor. İkisi de temizleyici. İkisi de korkutucu veyahut da uyarıcı. İkisi de tam manasıyla insanların yararına. İkisinden de insanlar rahmet devşiriyor. İkisinden de iyiliğe gidiyorlar.
-"Su Kasidesi"ni yazarken Fuzuli'ye ilham veren ne oluyor?
İskender Pala: Dicle Nehri’nin devamlı güneye doğru akması yani Kıble’ye doğru akması Fuzuli’ye ilham veriyor. Diyor ki; bu su Hz. Peygamber’e âşık, oraya doğru gidiyor. Ve bu duygularla bir şiir yazıyor.
-Peki, Fuzuli neden bu kasidesinin redifini ‘su’ yapıyor sizce?
İskender Pala: Fuzuli öyle bir aşk ile seviyor ki yüreği yanıyor ve her beyitin sonunu su ile bitiriyor. Yani yüreğim yanıyor, bana su getirin diyor.
-Su Kasidesi’nin ilk beyitinde Fuzuli ‘gönlümdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma’ diyor. Bu cümleden ve bu beyitinde şair ne anlatmak istiyor?
İskender Pala: Biliyorsunuz itfaiyecilikte bir kural vardır: Eğer yangın büyütülmek isteniyorsa üzerine su serpilir. Yani bir yangına az su serperseniz yangın çoğalır, çok su serperseniz yangın söner. Çünkü az su oksijenini çoğaltır. Yangının devamı için oksijene ihtiyaç vardır. Dolayısıyla diyor ki; ey gözüm sen ağlayıp durma, sen ağladıkça yangınım artıyor. Ateşim artıyor. Eğer bu yangını kökünden söndürecek bir su olmazsa, o su rahmet olan su yani Hazreti Peygamber, bu yangın sönecek değil. Kalbimdeki bu yangını söndüreceğim diye de gözyaşımdan serpip durma çünkü sen gözyaşı serptikçe yangın çoğalıyor, yangın çoğaldıkça sen ağlıyorsun, ağlama çoğaldıkça yangın çoğalıyor, yangın çoğaldıkça ağlama çoğalıyor. Hepsi bir kısır döngü içerisinde.
-Bana biz biraz uzaklaştık gibi geliyor artık. Su'ya bakınca o hissiyatı yakalayamıyoruz örneğin. Biraz o kültürden uzaklaştık gibi geliyor. Size bugünün insanı ve eskinin insanı deyince aklınıza ne geliyor bu yönlerden?
İskender Pala: Bugünün insanı şöyle bakıyor; bir gül alıyor ‘Ne kadar da çok dikeni var bu gülün’ diyor. Eskinin insanı şöyle bakarmış; bir gül alır ‘Allah’ın hikmetine bak dikenlerin arasında gül açtırmış.’ dermiş. Bu bir bakış açısı.
-‘’Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su’’ şairin bu beyitte bizlere söylemek istediği arzusu, hayali nedir? Bizlere ne anlatmak ister?
İskender Pala: Çok güzel bir beyittir. Kısaca şunu söylüyor: Ey okuyucu, ey dostlarım! Diyor ve bizlere sesleniyor Fuzuli. Eğer ben onun elini öpebilmek arzusuyla, o hasretle, onun elini bir kerecik öpseydim diye diye can verirsem; benim mezarımın toprağından kase yapın ve o kase ile götürün sevgiliye (Hz. Muhammed) bir su ikram edin. Ta ki o sevgiliye su ikram ettiğinizde benim toprağım onun eline değmiş olduğunda huzura ermiş olurum.
-Gerçekten de çok derin anlamlar yakalıyoruz okurken.Biraz kıyaslıyorum kafamda; sizce Fuzuli bugün yaşasaydı..?
İskender Pala: Edebiyat Nobel’ini her sene tekrar tekrar alırdı.
-Peki, çok teşekkür ederiz.Son olarak Fuzuli’nin torunları, biz gençlere, ne söylemek istersiniz?
İskender Pala: Fuzuli’nin söylediklerini bugünün diliyle yeniden harmanlamalısınız. Yeniden söylemelisiniz.






                                                                                                                     Enes Pınar
                                                                                                                     M. Enes Batman
                                                                                                                     Ceren Öztürk

21 Nisan 2014 Pazartesi

Aşktan Daha Mızmızım

‘’Aşk’’ adı altında topladığımız kelimeler, süslü cümleler saf duygularımızın temsilcisi mi ? Peki ya pişmanlıklar, onlar da dahil mi tüm bu olan bitene ?

‘’Bana aşkı anlat deler.
Kendimizce bir şeyler toplarız her defasında.
Ama çoğu el yordamı, göz kararıdır. Ölçüsü yoktur aşkın ya da aşkla dolu dolu yaşamanın.’’
Diyerek birkaç satır karalamış en sevdiğim yazarlardan İclal Aydın.

Benim de kendime göre ‘’Yaşanmışlık’’ adını verdiğim bir tarifim var elbet. Her zaman sevginin bol şekerli bol tatlı olanına imrendim ve bunu sevgiye doya doya yaşamayı istedim. Hayaller gerçeklere doğru sapmamalı, işleyiş toz pembe bol kremalı olmalıydı. Asla baymadan tatlı bir tazelik yakalayıp hep de öyle kalmalıydı. Hayatıma bakınca ne şekerden ne kremadan ne de tatlıya benzer bir duygu var ortada. Ben bu işi pek kıvıramamış olmalıyım ki acısıyla kaldı elimde. Her aklıma gelip kalbime değişinde dahada çok yakıyor. Üstüne üstlük her acı tat yine en başta ki duyguyu hatırlatıyor.

Galiba ben aşkın toz pembe haline kendimi fazlasıyla kaptırdım.

Benim bu tozpembe tariflerime karşı aşk her zaman mızmız davranırdı ‘’Hala yetmedi mi ?’’ dercesine.  Oysa ben yetmediği için aşktan daha mızmızım hemde itirazlarımla. Bana uzun zaman önce yaşatmış ve fazla fazla hissettirmişti.  Ama daha sonrasında ban asla bir daha ben gibi sevebilme şansını tanımadı. Yetmezmiş gibi daha da derine itti. Üstünü kapatıp, saklarcasına. Çevremdekiler bir kenara ben bile inanmıştım sonu geldiğine bittiğine.


Aslında duygularımız tıpkı bir gölge oyunu gibi değil mi ? Işıkta duygular yansıtılanın arkasına yaslanıyor, karanlıkta iste kayboluyor. Bence duygular ortaya çıkmak için güneşin en mükemmel halini bekliyor !

                                                                                 -Ceren Demirel

''Bulutlara''

Bir yıkılıştır sürüp gidiyordu. Mucize neydi o sıralar bilmiyordum. Ben ki; ben ki yürümeye meyilli kız, ne çabuk düşmüştüm. Dizlerim kanaya kanaya sürünecek miydim yani? Yani bundan sonra hayattaki yerim bu muydu? İnsanların benim hayallerimi defalarca çalmasını gülümseyen gözlerle mi izleyecektim? Kötüydü. Berbattı ve hatta ölüm kokardı böylesi. Hala dizlerim kanıyor. Oysa ben koşmayı ne çok severim. Bilir mesela bulutlar. Bilir ki aslında ben savaşçı kızımdır. Oysa bildikleri kızdan eser bile yok şimdi. Bulutlara tutunamamak. İşte günlerimi bu ve bunun gibi kötülükler oluşturuyor. Bir dağın yamacı değil dibini görüyorum uzun zamandır. İnsanlara kuşların cıvıltısı ve çimenlerin yeşilleri ulaşıyorsa mesela ben siyahla savaşıyorum. Siyah. Ama ne siyah. Ne mağrur baktırıyor bana. Ne mahcup. Sanki suçlu ve üzgün olmaya hapismiş gibi. Sanki susmaya bir ömür mecburmuşum gibi. Dilim dönmüyor işte sırf bu yüzden. Bulutların bildiklerinden çok farklı biri olup çıkıyorum. Sonra kim kurtarıyor? Kimse. Ben başımı kaldırıyorum gökyüzüne. Nefes alabildiğim tek anlar oluyor o anlar. Başımı yere eğdiğimde yine bir hasrettir sarıyor beni. Hiç bitmek tükenmek bilmeyen bir ağrı kaplıyor bedenimi. Sanki asla terk etmemecesine bir şey yerleşmiş içime. Dolaşıp duruyor ve o an neremi güçsüz yakalarsa oradan vuruyor.
Kendi bacaklarının farkına varıp yürümeye başlayamadığında bu hayat zor geçiyor. Ben bunu anlıyorum. Aslında en büyük düşmanın içimizdeki olduğunu, kendinle savaşmanın insanlarla savaşmaktan daha zor olduğunu anlıyorum. Çünkü umudu içinde öldürmek seni acımasız bir katil yapıyor. Ve sen o katille mütemadiyen yaşamak zorunda kalıyorsun.
Hayır bahar gelmedi işte bu yüzden. Hayır ki bahar benden mütemadiyen kaçıyor. Asla sarılamayacağız. Asla kaybettiklerimizi geri alamayacağız bu hayattan, bu geçmişten.
Hayır sıkı sıkıya tutunamıyorum. Hiçbir kemanın sesi beni bu hayata bağlamıyor, inanabiliyor musun? Ben inanamıyorum. Yani böylesi mümkün müdür soruyorum size ağaçlar! Ağaçlar... Ağaçlar duyuyor yalnızca beni. Hayır kurtulamayacağım çünkü boğuldum. Artık denizden de sudan da nefret ediyorum. Ellerini uzatıp nefesimi kesen her varlıktan nefret ediyorum...
Hayır, etmiyorum!
Ben ki yine kendimle cebelleşiyorum.
İçimizde yaşattıklarımız ve köklerini en derinlere saldıklarımız bizim köklerimizi nasıl da koparıyor. Bizi, evet bizi, evet beni, nasıl da acımasızca öldürüyorlar kalplerinde. Peki ben sevmekten başka ne yaptım? Cevap yok. Cevapsız yaşamaya o denli alıştım ki. Sanki söylediğim her sözcük bir sorudan ibaret olacak ve kaybolacak bu koskocaman evrende. Bu evrende ben de koskocaman kaybolacağım böyle böyle. Çünkü böyle yaşanmıyor biliyor musun gökyüzü? Rüzgarın yüzüme vurmasını çok sevmeme rağmen kalkıp da yürüyemiyorum düşünce. Aylar geçiyor. Zaman ilk defa işe yaramaz oluyor. Bahar ilk defa uğramaz oluyor benim için. Ben rüzgarların peşinde ne kadar koşarsam koşayım düşüyorum. Mütemadiyen düşüyorum işte gökyüzü. Mütemadiyen düşüyorum anne. Mütemadiyen düşüyorum baba.
Ve mütemadiyen düşlüyorum. Uzun uzun saçlarımın olduğunu, bu hayatı sevdiğimi, ellerime güllerin yakıştığını, güzelce gülümsediğimi düşlüyorum. Ben hep düşüyorken düşlüyorum ey rüzgarlar. Ben düşlüyorum ki gözlerim açık kalabilsin. Ben düşlüyorum ki inanabileyim. Ben düşlüyorum. Ben düşlüyorum ki rüzgarın ve gökyüzünün varlığını unutmayayım diye.
Ve
Bir dilek tut dediklerinde gökyüzünde yaşamayı dileyecek kadar cesaretli olduğumda gerçekten gülümseyeceğim. Tam da o zaman dünyanın en uzun boynunun sahibi ve mutlusu olacağım.
Bulutlara...

                                                                                            Ceren Öztürk

13 Nisan 2014 Pazar

Metallica

Metallica,Amerika Birleşik Devletleri'nin ''California'' eyaletinin ''Los Angeles'' şehrinde kurulmuş olan ''Heavy Metal'' grubudur.Megadeth,Slayer ile birlikte ''Thrash Metal''in kurucuları olarak görülür.Grubun kuruluşu ise çok garip.Grubun solisti ''James Hetfield'' ve bateristi ''Lars Ulrich'' 1981 yılında grup kurmak için yerel bir gazeteye ilan verirler.Böylelikle Metallica grubu kurulur.Şuan ki mevcut kadroya gelicek olursak ; Solist ve akor gitarda ''James Hetfield'',bateride ''Lars Ulrich'',lead gitar da ''Kirk Hammet'' ve bas gitarda ise ''Robert Trujillo'' dur.
 
 
Metallica'nın ilk albümüne gelicek olursak 1983 yılında yayınladıkları ''Kill'em All'' albümüdür.Grubun ikinci albümü ise 1986 da yayınlanan ve tüm zamanların en ilham verici heavy metal albümlerinden biri olarak görülen ''Master of Puppets''dır.İkinci albümlerinden sonra grup hayran kitlesini genişletmeye ve ismini tanıtmayı başarmıştır.Daha sonra ise 1991 yılında yayınladıkları ''Black Album'' olarakta bilinen Kendi isimlerini taşıyan albüm ile büyük bir ticari başarı yakaladılar.


 
2009 yılında ise grubumuz ''Rock and Roll Hall of Fame'' tarafından onurlandırılmıştır.Günümüze kadar tamı tamına 9 stüdyo albümü ve 3 konser albümü yayımlamıştır.10 tane ''Grammy Reward''u olan grubumuz Amerikan müzik tarihinde arka arkaya 5 albümü ''American Bilboard'' satış albümlerinde 1 sıraya yerleşti.Grubumuz  2008 itibari ile toplam 100 milyon albüm satışı elde etmiştir.Bir başka ve o kadar da güzel olan diğer bilgi ise ; Metallica Antartika'da dahil 7 kıtada konser veren tek gruptur.
 
 
Ayrıca Metallica 13 Temmuz'da Türkiye'ye geliyor.İlk kez yaptıkları ''Metallica by Request'' projesiyle hayran kitlelerinin bilet aldıktan sonra seçtiği ve en çok seçilen şarkıları çalıcaklar.Yani konserde bunu çalarlar mı diye bir soru olmayacak.Tamamen oylama üzerinden çalınacak parçaların belirlendiği bir konser olacak.Bu yönüyle hayranlarını memnun eden Metallica'yı tüm hayranları heyecanla ve sabırsızlıkla bekliyor.

                         


                                                              Kayra Karakış




12 Nisan 2014 Cumartesi

ZAFERE DAİR

Korkunç ellerinle bastırıp yaranı 
dudaklarını kanatarak 
dayanılmakta ağrıya. 
Şimdi çıplak ve merhametsiz 
bir çığlık oldu ümid... 
Ve zafer 
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar 
tırnakla sökülüp koparılacaktır... 

Günler ağır. 
Günler ölüm haberleriyle geliyor. 
Düşman haşin 
zalim 
ve kurnaz. 
Ölüyor çarpışarak insanlarımız 
- halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı - 
ölüyor insanlarımız 
- ne kadar çok - 
sanki şarkılar ve bayraklarla 
bir bayram günü nümayişe çıktılar 
öyle genç 
ve fütursuz... 

Günler ağır. 
Günler ölüm haberleriyle geliyor. 
En güzel dünyaları 
yaktık ellerimizle 
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı: 
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp 
gözyaşlarımız gittiler 
ve bundan dolayı 
biz unuttuk bağışlamayı... 

Varılacak yere 
kan içinde varılacaktır. 
Ve zafer 
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar 
tırnakla sökülüp 
koparılacaktır...



                      NAZIM HİKMET RAN 

Rapo bak bahar geldi



Bir zamanlar çok umutluydum
sen gülüyordun
mevsim bahardı

Bahardı
ona kandım ben de
Arap baharıymış meğer
Kalbim orta doğuya döndü

Orta doğu batıya döndü
ben deliye döndüm
Allah bana döndü
ve dedi ki:
...


Sonra batı orta doğuya döndü
deli bana döndü
ben deliye döndüm
Ve dedim ki:
mazlum mu
Yoksa zalim mi
daha deli
?

Sonra batı zalime döndü
zalim orta doğuya döndü
ben orta doğuya döndüm
Ve dedim ki
Allah var!
                                                                                 
2

Çün ki Allah vardı
Neydi o söz?
Hah!:
zalimin zulmü varsa
mazlumun Allah’ı vardı


İçimden 4e kadar saydım
Allah dedim sonra
Allah dedim ve döndüm zalime:
Efendi efendi!
O astığın benim kardeşim


Ey zalim!
Unutma
             Biz zalimin
                           Allah’ını biliriz


bir
iki
üç
4
ALLAH!



                                                                                 .menesbtmn.

Ağır Aksak

'Sesini görün duvarların' çok iyi bir kızdı o. beni hiç sevmedi. çok iyi bir kızdı o, ne zaman beni görse, utangaç gülümserdi. ne zaman onu görsem, rahat davranmaya çalışırdım, ne zaman onu görsem, zamanı bir makaraya takıp, baştan sona o makarada koşmaya çalışırdım. tut ki, denizi taşlayıp, bir kaya gördüğü zaman alelade tepki veren adamlardanım ben. denize taş salladığım zaman suyun havada infilak etmesi lazım gelir, çünkü deniz taşlarsam alışıldık şekilde orada yoksun, çünkü deniz taşlanıyorsa, orada yalnızca ben varım. güneş gözlerine kaçmış olmalı, ki ne zaman karşılaşsak gözünden güneş kaçıyor dışarıya birkaç saniyelik. ben aşağıya iniyorum, sen içeriye gel, göz göze gelelim, sen utangaç gülümse, ben ağır aksak giderim sevgilim, şüphe etme.


Oğulcan KARAKOÇ

Leylek

Leyleklerin döndüğü zaman
Bir kız çocuğu
koşturuyor mavi bilyesinin peşine sokaklarda.
Bir tekme atıyor
bilmeyerek.
Daha çok koşuyor
kendi kendine gülerek.

Leyleklerin döndüğü zaman
Şeftali ağaçları süslenmiş çiçekleriyle.
Ayvalar hazırlanma telaşında
sımsıcak,taze günlere.
Anadolu illerinde.

Leyleklerin döndüğü zaman
geldim yeryüzüne
Peki ya leyleklerin olmadığı zaman?
Nasıl geldin yüreğime?

Leylekler var.
Biramın yanında fıstığım.
Sen de yoksun.
Aman be yoksan yoksun
Kalemim var,
şiirim.

Leyleklerim döndüğü zaman
Sabahtan kalbi kırılıp da ağlamış
gökyüzü var.
Daha sonraları gönlü alınıp
yeşermiş bulutlar var.

Leyleklerin döndüğü zaman
Rüzgarla sevişip
Güneş'le yıkanan çiçekler var.
Leylekler.
Gitmesinler...
                                                                       Esra ÇETİN

İNSANIM

Her ne kadar gözüme vursa da aydınlık
Sanki her şey sonsuz, karanlık bir deniz
Ucu bucağı gözükmeyen.
Her ne kadar alsam da nefes,
Kaygılar içinde boğuluyorum aldığım her nefeste.
Her ne kadar gülse de yüzüm
İçim ağlar umutsuzca.
Her ne kadar duysa da kulaklarım
Kuşların cıvıltısını
Rüzgarın can çekişen sesini
Sevgilinin aşk kusan sözcüklerini
Sanki duyduğum sessiz bir yakarış
Hep kulağımın dibinde bağıran.
Her ne kadar acıyıp kızsam da kendime
Yaksam da canımı
Ağlasam da sessizce
Tebessüm ederim hep bu halime
Çünkü ben insanım
Düşünen, hisseden, ağlasa da gülebilen

                                                                                                      

                                                                                                Mustafa Çeğindir

11 Nisan 2014 Cuma

Pain and Gain

Merhaba arkadaşlar bugünkü filmimiz ''Pain and Gain''.Öncelikle bu filmin gerçek hayattan uyarlandığını söylemek lazım.Filmimizin yönetmeni Michael Bay'dır.Filmin çıkış tarihi ise 2013'tür.Film,1999'da yaşanan 3 arkadaşın adam kaçırma,cinayet,işkence,ve fitness'a kafayı takmaları konusunu ele alır.Filmimizde ki bu üç arkadaşın isimleri ise ; Daniel Lugo,Paul Doyle ve Adrian Doorbal'dır.Bu üç arkadaş fitness'a inanan ve kazanmak için herşeyi yapan insanlardır.
 
 
 
Filmimiz Daniel Lugo'nun ağır silahlı polisler tarafından kovalanmasıyla başlıyor ve sonra 6 ay öncesine dönüyor.Fitness klübünde tanışan 3 arkadaş kendilerinin daha iyi şeyler hak ettiklerini savunarak fitnesslarına gelen bir milyarderi kaçırıyorlar.Daha sonra bu adama işkence ederek tüm servetlerini kendi üzerlerine yaptırıyolar ve adamı öldürmeye çalışıyorlar.Bu 3 arkadaş adamı öldürdüklerini sanarlarken,adam ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılıyor.Takım refah ve mutluluk içinde yaşarken,milyarder adam polise 3 body'ci tarafından kaçırıldığını söylediğinde polis inanmıyor.Takımın beyni olan Daniel Lugo ise adamın yaşadığını öğreniyor ve son bir operasyon düzenliyor.Bu arada ise 3 arkadaş eğlencenin dibine vururlarken paralarının bittiğini fark etmiyor.


 
Paralarının bittiğini fark edince bir milyarderi daha soymayı planlıyorlar ve milyarderle sahte bir anlaşma yapıyorlar.Milyarderle masaya oturduklarında ise milyarder patronlarını görmek istiyor ve Daniel Lugo'yu sinirlendiriyor.O kavga esnasında milyarderin kafasına ağırlık düşüyor ve ölüyor.Karısınıda öldürmek zorunda kalan 3'lü öldürdükleri karı kocayı depolarına götürüyorlar ve parçalara ayırmaya karar veriyorlar.Marketten testere alan 3'lü testereyi bozuyor ve testereyi değiştirmeye gidiyor.Daha sonra önce ellerini kesiyorlar ve Paul Doyle a elleri yakmasını söylüyor.Cesetlerden kurtulup geri döndüklerinde Paul Doyle'u dışarda mangalda elleri kızartırken görüyorlar ve hemen içeri alıp kavga ediyorlar.Şaşırmayın arkadaşlar bu hala gerçek bir hikaye.

 
Daha sonra Yahudi olan Paul Doyle yaptıklarına daha fazla dayanamıyor ve arkadaşlarını ele veriyor.Daniel Lugo Müebbet hapis ve idam kararı alıyor,Adrian Doolbal da aynı şekilde.Paul Doyle ise polisle yaptığı iş birliği yüzünden 15 yıl alıyor ve daha sonra bir kilise de Papazlık yapmaya başlıyor.Bir diğer şey ise öldürmeyi başaramadıkları milyarder emekli bir dedektif tutuyor ve bu dedektif'te bu 3'lünün suçlarını ortaya çıkarıyor.Şimdiden iyi seyirler


           

  Kayra Karakış

10 Nisan 2014 Perşembe

ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK



Çizgili Pijamalı Çocuk

Yazar:John Boyne




Tekrar merhaba tenefüs yazarları ve okuyucuları.Bu kitabı geçen yıl okumuştum ama hala dün okumuşum gibi aklımdadır.Gerçekten beni derinden etkiledi.Neden mi?Gelin,kitap hakkındaki kısa tanıtımımı inceleyelim;-)



Kitapta dokuz yaşındaki Bruno ile yolculuğa çıkacaksınız.Kitaptaki olayar Nazi Almanyası'nda geçmektedir ve Bruno'nun babası Nazi Askeridir.

Bruno ve ailesi Esir Kampı'nın çok yakınında yaşamaktadır çünkü Bruno'nun babası kampta görevlidir.

Kampın etrafı tel örgüler ile çevrilidir ve bu Bruno'nun dikkatini çekmiştir.Bir gün tel örgülerin çevresini araştırmaya çıkar ama her şey onun kadar masum olmayacaktır...


Benden bu kadar.Kitabın filmi de mevcut fakat önce kitabı okumanızı tavsiye ederim.Kitaptaki anlatımdan ve betimlemelerden mahrum kalmayın.Herkese şimdiden iyi okumalar~~~


HİLAL EKŞİ

9 Nisan 2014 Çarşamba

‘mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin..’
                                                                                                                                            İsmet Özel

                                                                  Yalnız Ağaç

                                                                                             Ben bir köy evinde doğdum
                                                                                             Köy evinde acı filiz verdi
                                                                                                    Ben ağaç oldum
                                                                                             Acıma dayanamadı köy evi
                                                                                              Acıma dayanamadı annem
                                                                                               Yalnız bir ağacım şimdi
                                                                                                 Acısını kendisi çeken
                                                                                                   Semaya açık dalları

                                                                                                Yalnızlık ağaçları da ağlatır...
                                                                                                          Hamdi Oruç
                                              
                                           
                                                                    Bir Çiçek

                                                                                     Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
                                                                                          Bir yalnışı düzeltircesine açmış;
                                                                                            Gelmiş ta ağzımın kenarında
                                                                                                      Konuşur durur.

                                                                                                                                      Cemal Süreya
                                                             

8 Nisan 2014 Salı


Merhaba Tenefüs okuyucularııı !! Bu haftada bir değişiklik yapıp yabancı bir yazarı tanıtacağım ve bu büyük yazarın adı Jean-Cristophe Grange.

Grange  15 Temmuz 1961 de Paris de doğdu. İlk olarak gazetecilik ile başlayan hayatı şuan yazarlıkla devam ediyor ve öyle edeceği kesin gözüyle bakılıyor. İlk yazdığı kitap 1994 yılında yazdığı Leyleklerin Uçuşu adlı romandır. Bu kitab kendi ülkesinde 450.000 adet satmış ve hatta üstüne küçük bütçeli de olsa bir dizisi çekilmiştir. Yazarın ikinci kitabı Kızıl Nehirler adlı muhteşem bir kitaptır. Bu kitabı 20 dile çevrilmiş olup okuyanlarda inanılmaz etkiler bırakmış bir kitabtır. Bu kadar çok okunduğunu gören yönetmenler hemen Grange’e bir film teklifiyle geldiler ve bu kitabın filmi de çekildi. Grange’in üçüncü romanı ise Taş Meclisi’dir. Eylül 2000 de piyasaya çıkan bu kitap Fransa’da kısa sürede 150.000 sattı ve yine bu kitabı senaryolaştırıp sinema ya uyarlanmıştır. 2003 yılında Kurtlar İmparatorluğu’nu yayımladı. Eser 2005 yılında Chris Nohan’ın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarıldı. O filmde Jean Reno’nun yanı sıra Emre Kınay da yer aldı. Yazarın bir yıl gibi kısa bir sürede kaleme aldığı Siyah Kan’dır. Şeytan Yemini de 2007 de Türkiye’de yayımlandı. 2009 da Koloni ve 2010 da Ölü Ruhlar Ormanı’nı yayımladı ve son kitabları ise 2012 de Sisle Gelen Yolcu adlı kalın bir kitabdır. 2013 de ise Kaiken dir. Kısaca bütün yazarlık macerası şimdilik bu kadardır. Şimdi size okuduklarımdan ikisini seçip onlar kısaca hakkında bahsedeceğim.


İlk olarak Kızıl Nehirler sonrasında ise Taş Meclisi. Kızıl Nehirler tam bir dedektif filmi olup insanı sürükleyiciliği ile etkileyen bir kitapdır. Her kitabında olduğu gibi gerilim ve aksiyon üzerine kuruludur. Bu yazarın bir diğer özelliği ise kitablara sıkıcı başlayıp sonunu muhteşem getirmesi ve olaylar arası bağlantıyı süper kurmasıdır. Bu kitabında da bu görülmüş olup kesinlike önereceğim bir kitabdır. Diğer kitabı ise parapsikoloji ile ilgili olup insanı gerçeklerden ayıracak kadar güçlüdür hatta ve hatta okuduktan sonra bende maddeleri hareket ettirme, ruh kontrolü ve astral seyahat gibi şeylere merak sardım ve bazılarında da başarılı oldum sizi bu kadar etkileyip benliğinizi sorgulatacak bir yazarı kaçırmamanızı öneririm.



İlk okuduğumda saçma başladığı için bırakmıştım ama sonrasında yeniden devam edip bitirdim ve tekrar başladıktan sonra bitirmem 16 saatimi aldi kaç sayfaydi hatırlamıyorum. İnanılmaz sürükleyici ve insanları etkileyen üslubuyla dikkat çeken her ülkede satan bir yazardır. Kendinizden beklenmedik tepkiler vereceğinizi göreceksiniz özellikle de Siyah Kan kitabından sonra. Neden olduğunu da siz keşfedin. Şimdiden iyi okumalar umarım beğenirsiniz :)

                                            Hilmi Tuğkan Gülen

7 Nisan 2014 Pazartesi

En büyük özlemimiz.

Doğduk. Hep birlikte bütün acılara aynı anda ağladık. Şimdi büyüyoruz ve değişiyor her şey. Sanki küçükken herkese gülümseyebilme yeteneğimizi biri çalmış gibi. Utanıyoruz. Korkuyoruz. Bize büyüyünce kötü olacak, kötü olacaksın dememişti kimse. Büyüdükçe sevmenin yerini bütün nefretler alacak dememişti kimse. Gerçi dese de elimizden ne gelirdi bilmiyorum. Sadece daha çok çizgi film izlerdik belki akıl edip. Sadece daha çok oyun oynardık. Ama şans bir defaydı. Zamanı durduramadık. Zamandan yana da olamadık. Büyüdük ve yorulduk. Büyüdük ve yalnızlaştık. Bizi bu yalnızlıkta bıraktılar. Ya da belki de biz kendimizi bütün yalnızlıkların içine atıyoruz. Büyürken neyi kaybettik de böyle olduk bilmiyorum. Hangi yaşımızda karardı kalbimiz? Yoksa doğru düzgün düşünmeye başladığımızda mı oldu her şey? Bilmiyorum. Oysa A harfini bile bilmediğim zamanları ne denli özledim. Benim dünyada en sevdiğim şeydi mesela soru sormak. Soru sormak namına işleri yüzünden konuşamadığım annem ve babamla doyasıya konuşmak. Şimdi ne onların, ne de benim vaktim var. Ben sorularımı bile itekleyecek kadar meşgulüm. Hatta sabahın 7'sinde kalkmamıza rağmen hepimiz birbirimizin yüzüne bile bakamayacak kadar meşgulüz. İşte bu yüzden de gittikçe nefret etmeye başladım büyümekten. Gittikçe nefret etmeye başladım o kadar ihtiyacım olan zamandan. Ben fark ettim ki salıncaktan düşmeyi daha çok seviyormuşum. Lakin çocukken bunların hiçbirinin farkında değildim. Başımı okşayarak 'büyüme kızım' diyen ablalara anlamayarak bakardım. Başımı okşamayı bıraktıklarında onların yerinde olmanın aslında daha güzel olabileceği hayalleriyle yoluma devam ederdim. Çünkü hepimiz gibi benim de çocukluğumun en büyük hayali büyümekti. Büyümek ve kendi başımıza gezmek. Büyümek ve tek başına otobüse binmek. Büyümek, büyümek ve büyümek. Ne büyük hayalmiş! 17 yaşında fark ettim ki ne kötü hayalmiş. Ki zaman geçtikçe daha da kötüleşiyor. Ben ki her şeyin her zaman bir çözümü olduğuna biraz da olsa inanan bir kızdım fakat zamanın önünde durmanın, zamanı durdurmanın ya da geri döndürmenin hiçbir yolu yok. Bu dünyada imkansızlığın olduğu aklımıza gelir miydi? İleride çocukluğumuzu özleyeceğimiz aklımıza gelir miydi? Gelmezdi. Benim hiç gelmemişti. Kuzenlerime 'büyüme' dediğimde onların da gelmediğinden eminim. Onlar bilmiyor ki evcilik oynamak, kardeşinle salıncakta sallanmak dünyanın en güzel işi. Ve dünyada en çok özleyecekleri şeylerden birinin belki de alışveriş arabalarının içine sığmak olacağını bilmiyorlar. Korktuklarında annelerinin sarılmasıyla geçen korkularını, korkmanın bile ne demek olduğunu bilmedikleri o günleri özleyeceklerini bilmiyorlar. Bilmiyorlar işte ve biz de bildiremiyoruz. Elimizden sadece büyümeye çalışmak, zaman geçtikçe kaybetmek geliyor.
Çocukluk ki her şeyin başı. Çocukluk ki insanlığın temeli. Ve biz engelleyemiyoruz büyümeyi. Çocukluk ki en güzel günlerimiz. Çocukluk ki; herkesle el ele tutuşup, herkese ne olursa olsun gülümseyeceğimiz tek zamanlar. Çocukluk ki; en büyük özlemim/iz.

                                                                                          Ceren Öztürk