21 Nisan 2014 Pazartesi

''Bulutlara''

Bir yıkılıştır sürüp gidiyordu. Mucize neydi o sıralar bilmiyordum. Ben ki; ben ki yürümeye meyilli kız, ne çabuk düşmüştüm. Dizlerim kanaya kanaya sürünecek miydim yani? Yani bundan sonra hayattaki yerim bu muydu? İnsanların benim hayallerimi defalarca çalmasını gülümseyen gözlerle mi izleyecektim? Kötüydü. Berbattı ve hatta ölüm kokardı böylesi. Hala dizlerim kanıyor. Oysa ben koşmayı ne çok severim. Bilir mesela bulutlar. Bilir ki aslında ben savaşçı kızımdır. Oysa bildikleri kızdan eser bile yok şimdi. Bulutlara tutunamamak. İşte günlerimi bu ve bunun gibi kötülükler oluşturuyor. Bir dağın yamacı değil dibini görüyorum uzun zamandır. İnsanlara kuşların cıvıltısı ve çimenlerin yeşilleri ulaşıyorsa mesela ben siyahla savaşıyorum. Siyah. Ama ne siyah. Ne mağrur baktırıyor bana. Ne mahcup. Sanki suçlu ve üzgün olmaya hapismiş gibi. Sanki susmaya bir ömür mecburmuşum gibi. Dilim dönmüyor işte sırf bu yüzden. Bulutların bildiklerinden çok farklı biri olup çıkıyorum. Sonra kim kurtarıyor? Kimse. Ben başımı kaldırıyorum gökyüzüne. Nefes alabildiğim tek anlar oluyor o anlar. Başımı yere eğdiğimde yine bir hasrettir sarıyor beni. Hiç bitmek tükenmek bilmeyen bir ağrı kaplıyor bedenimi. Sanki asla terk etmemecesine bir şey yerleşmiş içime. Dolaşıp duruyor ve o an neremi güçsüz yakalarsa oradan vuruyor.
Kendi bacaklarının farkına varıp yürümeye başlayamadığında bu hayat zor geçiyor. Ben bunu anlıyorum. Aslında en büyük düşmanın içimizdeki olduğunu, kendinle savaşmanın insanlarla savaşmaktan daha zor olduğunu anlıyorum. Çünkü umudu içinde öldürmek seni acımasız bir katil yapıyor. Ve sen o katille mütemadiyen yaşamak zorunda kalıyorsun.
Hayır bahar gelmedi işte bu yüzden. Hayır ki bahar benden mütemadiyen kaçıyor. Asla sarılamayacağız. Asla kaybettiklerimizi geri alamayacağız bu hayattan, bu geçmişten.
Hayır sıkı sıkıya tutunamıyorum. Hiçbir kemanın sesi beni bu hayata bağlamıyor, inanabiliyor musun? Ben inanamıyorum. Yani böylesi mümkün müdür soruyorum size ağaçlar! Ağaçlar... Ağaçlar duyuyor yalnızca beni. Hayır kurtulamayacağım çünkü boğuldum. Artık denizden de sudan da nefret ediyorum. Ellerini uzatıp nefesimi kesen her varlıktan nefret ediyorum...
Hayır, etmiyorum!
Ben ki yine kendimle cebelleşiyorum.
İçimizde yaşattıklarımız ve köklerini en derinlere saldıklarımız bizim köklerimizi nasıl da koparıyor. Bizi, evet bizi, evet beni, nasıl da acımasızca öldürüyorlar kalplerinde. Peki ben sevmekten başka ne yaptım? Cevap yok. Cevapsız yaşamaya o denli alıştım ki. Sanki söylediğim her sözcük bir sorudan ibaret olacak ve kaybolacak bu koskocaman evrende. Bu evrende ben de koskocaman kaybolacağım böyle böyle. Çünkü böyle yaşanmıyor biliyor musun gökyüzü? Rüzgarın yüzüme vurmasını çok sevmeme rağmen kalkıp da yürüyemiyorum düşünce. Aylar geçiyor. Zaman ilk defa işe yaramaz oluyor. Bahar ilk defa uğramaz oluyor benim için. Ben rüzgarların peşinde ne kadar koşarsam koşayım düşüyorum. Mütemadiyen düşüyorum işte gökyüzü. Mütemadiyen düşüyorum anne. Mütemadiyen düşüyorum baba.
Ve mütemadiyen düşlüyorum. Uzun uzun saçlarımın olduğunu, bu hayatı sevdiğimi, ellerime güllerin yakıştığını, güzelce gülümsediğimi düşlüyorum. Ben hep düşüyorken düşlüyorum ey rüzgarlar. Ben düşlüyorum ki gözlerim açık kalabilsin. Ben düşlüyorum ki inanabileyim. Ben düşlüyorum. Ben düşlüyorum ki rüzgarın ve gökyüzünün varlığını unutmayayım diye.
Ve
Bir dilek tut dediklerinde gökyüzünde yaşamayı dileyecek kadar cesaretli olduğumda gerçekten gülümseyeceğim. Tam da o zaman dünyanın en uzun boynunun sahibi ve mutlusu olacağım.
Bulutlara...

                                                                                            Ceren Öztürk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder