28 Şubat 2014 Cuma

Man Of Steel

                                           Man of Steel

Man Of Steel(Çelik Adam) adlı film,hikayesini David S. Goyer'in yazdığı, Nolan tarafından yapılan ve yönetmenliğini Zack Snyder'ın yaptığı 2013 ABD yapımı süper kahraman filmidir.IMDB puanı : 7,4 ve Beyazperde puanı : 4,1(5 üzerinden) olan ABD yapımı film 2013'ün en çok rabet gören filmleri arasında yer alıyor.Şu ana kadar ''Superman'' filmleri arasında en çok izlenme rekoruna sahip olan film ödülünü almıştır.Oyuncu kadrosundan bahsedecek olursak bence tüm aktörler,harika bir iş çıkarmış.Oyuncu kadrosuna gelicek olursak ; Henry Cavill,Amy Adams,Michael Shannon,Russell Crowe ve Kevin Costner gibi ünlü isimler ana karakterler olarak filmde yer alıyorlar.Filmin DVD'sinin tam çıkış tarihi ise 12 Kasım 2013.


 
Filmin biraz da konusundan bahsedelim.Film Eski ''Superman'' filmlerinde gördüğümüz konudan birazcık farklı.Bu konuda halk ile ''Çelik Adam''ın ilişkisini baya bi kısmışlar.Çünkü bu filmde ''Çelik Adam'' kendi gezegeni olan ''Krypton''dan gelen ''General Zod'' isimli düşmanı dünyayı ele geçirmesine engel oluyor.Aksiyonun her zaman hat safada olduğu film,izleyicilerine nefes kesen sahneler izletiyor.16 Ekim 2001 tarihinde çıkan Superman'ın gençlik yıllarını sahneleyen ''Smallville'' adlı dizinin izleyenleri ''Man of Steel'' ı ''dizinin devamı'' olarak yorumluyor.Çünkü ''Smallville'' adlı dizide General Zod'un hayatından ve dünyayı ele geçirişinden sıklıkla (daha fazla) bahsediliyor.O kadar bahsediliyor ki ''General Zod'' ve ''Superman'' karşılaşması tam olarak 1 sezon sürüyor.Diziyi izleyenlerin filmin konusu daha iyi anlayıp,kavrayabileceği ap açık ortada.


 
Hep ''Çelik Adam''dan konuştuk.Biraz da gelelim ''Clark Kent''in hayatına.Bu filmde ''Clark'' diğer filmlere göre neredeyse hiç yok.Daily Planet'ta çalışmıyor.Ailesinden çok az bahsedilmiş.Filmin sonunda ''Clark'' Daily Planet'ta çalışmaya başlıyor.Buda filmin ikincisinin gelebiliceği yönünde hisler uyandırıyor.Diğer filmlerden farklı olarak ''Lois Lane'' ''Superman''ın kimliğini filmin başlarında öğreniyor.Yani kahramanımız eğer ikinci bir film çıkarsa ''Lois'' den kaçmak zorunda değil.Bazı izleyiciler de geleneksel ''Clark ve Lois'' ilişkisinin bozulacağını düşünüyor.Bazıları ise ''Çelik Adam''ın ''Lois'i daha çok tehlikeden kurtaracağını ve filmde daha fazla aksiyona sebep olabiliceğini söylüyor.


Filmin ikincisinin ne zaman çıkıcağı hala bilinmiyor.Fakat 2015'te tüm beklentilerın sonu geliyor.''Superman'' ve ''Batman'' ın aynı filmde oynadığı film çekiliyor.Yıllardır beklenen,bir çok animasyon ve Çizgi romanlarına konu olan ikili'nin filmi sonunda çıkıyor.En son ''Superman ve Batman'' ın aynı filmde sahne aldığı film kahraman filmleri arasında en çok izlenme rekoruna sahip.Tüm süper kahraman hayranları heyecanla filmin çıkacağı günün gelmesini beklerken,film çalışmalarının başladığı yönünde haberler çıkıyor.


 

                                                                                                             Kayra Karakış

27 Şubat 2014 Perşembe

Leylim Leylim

Bugün sizlere “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla tanınan Ahmed Arif’in, kısa bir zaman önce ortaya çıkan büyük aşkını anlatan kitabından bahsedeceğim.


“Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. Gününde doğmuşum, Diyarbakır’da Yağcı sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle, dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde...”  sözleriyle anlatmaya başladığı hayatını “Asıl adım Ahmed Önal, Ahmed Arif olarak bilinirim. Yaşamım boyunca hakkı aradım; ezilenin ve güçsüzün yanında durdum. Memleketlilerim sömürülmesin, memleketlilerim kullanılmasın, memleketlilerim ölmesin diye konuştum. Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm.” diyerek sonlandırır. 

   

 Değişik dergilerde yayınladığı şiirleriyle Türk edebiyatındaki yerini almış olan Ahmed Arif’in birçok şiiri bulunmasına rağmen bunları topladığı tek bir kitabı vardır; “Hasretinden Prangalar Eskittim”Türkiye'de en çok basılan kitaplar listesindedir.

Yıllarca Gizli Kalan Karşılığı Olmayan Bir Aşk

Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabındaki şiirlerinin aslında ünlü yazar Leyla Erbil’e yazıldığı öğrenildi. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Erbil ise aralarında olan şeyin arkadaşlıktan öteye gidemeyeceğini daha ilk mektubunda dile getirmiş, bunun karşılıksız bir aşk olduğunu belirtmiş.

       

Pek çok şiirin ilk dizelerinin ve büyük bir aşkın kaleme alındığı o mektuplar Leylim Leylim  adlı kitapta toplandı ve Eylül 2013’te yayımlandı. Ahmed Arif’in ‘Leylim’ diye hitap ettiği ve bir şiirine de adını verdiği Leyla Erbil son romanı ‘Tuhaf Bir Erkek’i bitirdikten sonra mektupları yayımlamaya karar vermiş. Ahmed Arif’in oğlu Filinta Önal’ın da onayı alındıktan sonra çalışmalara başlanmış. Ancak ne yazık ki Erbil kitabını göremeden Temmuz 2013’te vefat etti.

   


 



 


















Ufak bi tavsiye; 
fazlasıyla içten, fazlasıyla doğal, fazlasıyla güzel ve fazlasıyla aşk dolu bu mektupları okumak için, fazla geç kalmayın...


                                                                                               Betül ARTAR


26 Şubat 2014 Çarşamba

GÜNEŞ ŞEHRE KÜSMÜŞ

     GÜNEŞ ŞEHRE KÜSMÜŞ

Terkedilmiştim...Koca bir boşluğun içindeydim...Dizinde uyuduğum annem,fötr şapkasını giydiğim babam yoktu.Onlar hiçbir zaman yoktu ki...Heykel olmuşlardı benim çocukluk anılarımda.Dünde yoktular bugün de olmadılar...

***

Kendi boşluğumda rotamı ararken yağmur başladı.Normalden farklı yağıyordu,şiddetliydi.Yağmurla beraber sert poyraz da başlamıştı.Adeta şehri silip süpürüyordu.Kurumuş yaprakları delicesine dans ettiriyordu.Güçlü rüzgara karşı zorlukla yürüyordum.Yediğim manevi tokattan sonra poyraz da sert bir sille vurmuştu.Aldırmayıp hızlı adımlarla başımı sokabileceğim emniyetli bir yer aramaya koyuldum.

Güçlükle, ahşap kaplamalı,brandası eskimiş nostaljik filmlerdeki mekanları andıran bir yere gelmiştim.Başımı kaldırıp paslanmış,dökük tabelaya baktım.Evet,burası bir marketti.Paspasın üzerinde bolca su çekmiş hırkamı sıktım.Onu sıkarken;''Keşke şu hırkayı sıktığım gibi kalbimi de sıksam...Süzülse bütün dertlerim...''diye düşünmeye başladım.İşim bittiğinde de kapıyı açtım.

Kapıyı açmamla,dipsiz,karanlık boşluğumdan çıkıp elektrikli ısıtıcıyla ısınan aile sıcaklığını andıran, huzur dolu manzarayla karşılaştım.Botlarımı sürükleyerek ilerliyordum.Acılarımı da...Yine rafların önünden geçiyordum.Eski günlerdeki gibi...Bu tabloda bir ailem eksik...Bunu hatırladıktan sonra birdenbire durdum.O günü hatırlamıştım...Babasının elinden tutan bukleli saçlı kızı...Yüzünde sımsıcak iç ısıtan gülümsemesi olan kızı...Kendi gibi tatlı marmelatlı bir kek almıştı...O kız ben miydim?İnanması güçtü...Ve işin garibi yine o marmelatlı kek ve ben...

Elimi kekin bulunduğu rafa uzattım.Ancak,elimi uzattığımda tuttuğum şey,bukleli kızın marmelatlı keki değildi.Pamuk gibi yumuşak bir eldi.Beremi göz hizamdan yukarı kaldırarak,karşımdakine döndüm.Gözlerimi aydınlık dünyaya açtığımda,iki iri üzüm tanesi göz bana bakıyordu.Hani şu yeşil olanlardan...Şaşkındı.Haşince;
''Ne,zombi mi gördün?'' diyerek çemkirdim.O ise aldırşsızca
''Zombi prensesi mi görüyorum?10 saniye daha bakarsam peşini bırakmam.'' deyiverdi

Bu bir şaka mıydı?Yoksa dolandırılıyor muydum?


Yine yarım bir hikaye ile karşınızdayım :) Doğrusunu söylemek gerekirse,hikayeleri devam ettirmeye üşeniyorum.Hem sonu gelmeyen hikayeler daha heyecanlı oluyor.Okuduğunuz için teşekkürler.Yeni bir pasajda (kısa hikaye) buluşmak üzere.Bol edebiyatlı günler dilerim :)

Not:Hikayeyi yaz tatilinde yazmıştım.Hatalarım olabilir

HİLAL EKŞİ

25 Şubat 2014 Salı

Ah Muhsin Ünlü


Tenefüs bugün sizleri edebiyatımızın ilginç bir ismiyle tanıştırıyor:
Ah Muhsin Ünlü! Peki kim bu adam?

Aslında Ah Muhsin Ünlü diye bir isim yok. Bu yalnızca Onur Ünlü'nün şiirlerine attığı imza, bir tür mahlas. Peki Onur Ünlü kim?

Onur Ünlü; yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu, baterist ve şairdir. Piyasaya çıkışı Deli Yürek dizisinin senaristliğiyledir.Ayrıca bu dizide Umur karakterini oynamıştır. Diğer önemli projesi ise "Leyla ile Mecnun"dur. Bu dizinin de genel yönetmenliğini yapmıştır. Şuan "Leyla the Band" grubunda bateristlik yapmakta. Bunun yanında, Nisan ayında vizyona girecek "İtirazım Var" filminin de senaristidir. Ama bizim asıl üzerinde duracağımız sıfatı, "gidiyorum bu" kitabının yazarı Ah Muhsin Ünlü'dür.





Ah Muhsin Ünlü, kitabı yazdığında birkaç yayın evine gitmiş fakat hiçbiri kitabı basmak istememiştir. Bunun üzerine kitabı kendisi basmıştır. Birkaç ay içerisinde "Sel Yayıncılık" kitabı fark etmiş ve basmak istemiştir. İlk basımı 2005'de olan kitap şuanda 10. baskıya ulaşmıştır.














Kitabın başarılı gidişatına rağmen Ah Muhsin Ünlü, yeni bir kitap yazma ihtiyacı duymamıştır. "Tekrar şiire başlar mı?" sorusuna ve kendisi hakkında merak ettiklerinize cevap kitabın ilk sayfasında.












Biraz da kitabın içeriğine değineyim.Kitap alışılagelmiş şiir kitaplarından biraz farklı. Zaten adı "gidiyorum bu" olan bir kitap nasıl sıradan olabilir ki?
Öncelikle, kitap oldukça samimi bir dille yazılmış







Güzel göndermelere, ilginç tamlamalara rastlamak mümkün. Ah Muhsin Ünlü kendine has bir dil oluşturmuş diyebiliriz. En iyisi ben gevelemeyi bırakayım da size birkaç kare daha göstereyim








                                              Kitabı bir de arka kapağından okuyalım;



Ah Muhsin Ünlü ve gidiyorum bu hakkında benden daha fazla bilgi beklemeyin. Gidin, alın, okuyun!

Sıhhatle Kalın





                                                                           Ceren ÖZTÜRK
                                                                           M.Enes BATMAN
                                                                         




24 Şubat 2014 Pazartesi

Benden sonbaharlarım.

Yeri dolmazmış gibiydi baharların. Kış geldiğinde kimse bir şey anlamamıştı. Artık insanların ağzından çıkan her bir söz kar tanelerine karışıp gidiyordu. Ben artık inanmak için fazla uzaktım. Ve bu saçma sapan maceramı çok fazla uzattım. Anlatamaz oldu ağzım. Ben sonbaharın kışa neler taşıdığını sevinçle izlediğim yılları, gözyaşlarıyla andım. Geri gelmediler. Saygıyla andım. Geri gelmediler. Eskide bırakmak fazla büyük bir işti. Ya ben bunun için çok küçüktüm ya da yüreğim el vermiyordu geçmişi unutmaya. Bilmiyorum. Bir sürü soru var. Benim bulabildiğim sadece bir deniz. Tuzlu, dalgalı ve masmavi bir deniz. Ve aşık olduğum gökyüzü, mavi. Bizde mavinin anlamı budur derim ben sahilde başımı kaldırarak. İnsanlar gelip geçerler. Ellerinde oltalar olan insanlar asla beni anlayamayacak. Ve ben de onları asla anlayamayacağım. Fakat keşke tek sorun bu olsaydı. Bütün kirlenmiş anılarımı deniz dökmeye kalkmam gerekiyor. Sadece bakmam ya da bir iki gözyaşı dökmem yetmiyor. Çünkü harekete geçmezsem yok olacak her şey. En başta ben. Ve tahmin ediyorum ki ben yok olsam, bu dünya değil sadece ben eksilirim. Birkaç parça sayfa, birkaç parça sonbahar eksilir. Defterlerim eksilir. Oysa ben vicdanlı insanımdır. Ben kıyamam sonbaharıma. Kıyamam Kara’ma. Kışa, yaza tüm insanlığa. Bu yüzden yarın sabah da tam bu sahilde tekrar ağlayacağım. İlk defa cesaret gözyaşları olacak bu. Olta tutan insanlar görmeyecek. Ben kendimi insanların yüreklerine bırakacağım. Daha kaç kez taş zannedip kenara koyabilecekler onu ölçeceğim. Sabırları taşacak. Beni hayatlarında atacak ama yüreklerini geri kazanacaklar. Ben yalnızlığı yeğlerim biri sonbaharı sevecekse. Birkaç kişi artık iflah olacaksa ben yalnızlığı defalarca yeğlerim. 

                                                                     Ceren Öztürk

Bahar Gibi

Kalemimi elime alınca bambaşka bir ben çıkıyor ortaya. Realizmin mantığıma ince ince dokuduğu izleri görmüyorum savuruyorum en uzak köşeye. Sıkı sıkı sakladığım duygularım çıkıyor ortaya. Kalbimin kiri pası dökülmeye başlıyor en derinlerimden. Herkesi şaşırtıyorum belli ki. Önyargılarıyla tanımladıkları bir ben var karşılarında duvar gibi. Bilmiyorlar ki nasıl yorgunum doludan kaçar  gibi ufak bir boşluk arıyorum. Yaşananla yansıtılan ne zaman aynı olmuşki zaten ? Boşversenize.

Geçmiş mesela. Ne kadarda çok dönüp bakıyorum. Kırılgan kalbimin pek çok yanlışı oldu. Acının ani sıcaklığını yaşamamak için üstüne bol bol üfleyip zamanla geçer diye kat kat sarmışım yaralarımı. Ama onları bir bir ve kendim iyileştirdim. Ve gururla söylüyorum ki bunu başkalarıyla değil kendim yaptım. Gözlerimi kapatıp hayır olmadı demiyorum tabii ki. Hepsiyle teker teker yüzleştim. Önüme bakıyorum  şimdi en cesur halimle.

Yine doğdum işte böyle cesaretime tutuna tutuna.  Kadınlar aşkta daha cesur derlerdi de inanmazdım.  Bunun sebebi ne olabilir onca şeyden sonra bilemem. Deli cesareti belli ki sebepsiz hem de tıka basa dolu. Zemherinin ortasında dolaptan incecik sevgiyi alıp sıkı sıkı sarılıp hiçbir şey olmayacak inancıyla koşturmak gibi.


Her şeyi bir yana bırakıyorum. Yeni uyanışımın umut dolu meraklı bakışları var. Yeni  başlamanın verdiği tatlı bir tazelik var ortada. Tarifi imkansız saf bir heyecan var ki her şeyden arınmış. Ufak bir korku da tetiklemiyor değil. Ama yine silkeleniyorum ve bu güzel duygunun karşıma çıkan saçmalıklardan ibaret olamayacağı kanısına varıyorum ana dönüyorum. Ve beklenmedik ağır basan bir farklılık var ortada. Kelimelerle süslü değil sevginin var oluşu. İnkar edilemez bir şekilde garipsedim  bu durumu. Az ve öz durumu var gözümün önünde bizzat yaşıyorum.  Kelimelerin az oluşu herkes gibi basitliğe indirgememek istenmesidir  belkide, kim bilebilir. Güzeli de bu zaten tüm mevsimler gibi aynı kalmamak ve bahar gibi yeri gelince tüm renkleri düşünmeden savurmak. 

                                                                                    -Ceren DEMİREL

16 Şubat 2014 Pazar

Cats

Cats T.S Eliot'un yazdığı ''Old Possum's Book Of Practical Cats '' adlı kitabından esinlenerek  Andrew Lyoyd Webber'ın  uyarlaması olan ve 1881 yılından bu zamana kadar 300 den fazla şehirde 50 milyondan fazla kişi tarafından izlenmiş, 20 den fazla dile çevrilmiş bir müzikaldir. Bu kediler yani 'Jellicle Cats' dans eden, konuşan, hepsinin birbirinden farkılı yetenekleri olan kedilerdir. Müzikalde kediler her yıl bir balo verir ve krala gidecek olan kediyi seçerler. Krala gönderilmek  yeniden doğmak , güzel ve ayrıcalık yaratan  özelliklere sahip olarak yaşamak demektir. Müzikaldeki başlıca  kediler Rum Tum Tugger( çapkın kedi) ,Black cat ,White cat, kedileri koruyan bodyguard ve Jennyanydots (tembel kedi) dir. Bunlarında dışında bir de kötü kedi Macavity vardır. Bu kötü kedi ve arkadaşları kralı kaçırır ve kedilerde krallarını kurtarabilmek için Mr. Mistoffelees adındaki büyücü kediyi çağırırlar. Kralları kurtulur ve o sırada Jellicle Kedilerin en güzeli en iyi dans edeni  Grizabella gelir. Grizabella  tüm becerilerini kaybetmiştir . Dans etmeye çalışıp yapamadığını gören kediler Grizabella'ya gülerler ve bunun üzerine kedi 'Memory' adlı şarkıyı söyleyerek anılarını hatırlar herkes çok etkilenir sonrada kedi krala gönderilir ve müzikal burada sona erer. Özetin özetide anlatsam  aslında bu müzikal yaklaşık 3 saat sürüyor ve kedilerin dansları , şarkıları o kusursuz makyajları , kostümleri sizi o kadar etkiliyor ki gerçekten nefes almadan , gözünüzü kırpmadan  izliyorsunuz bu kedileri. Müzikalde çok beğendiğim bir kedi vardı Rum Tum Tugger  adında şu çapkın bütün kedilerin hayran olduğu o duyduğum en güçlü ve kusursuz erkek sesine sahip  olduğunu  düşündüğüm bir kedi bu Rum Tum Tugger. Sahnede o etrafında dolanan ona kur yapan dişi kedilere hiç yüz vermeyen çok ama çok tatlı, sempatik ve ah keşke bir kere yüzünü görsem dediğim bir kediydi. Müzikalin sonuna gelecek olursak  oyuncular  sahneye tek tek gelip selam verdiklerinde  benim sempatik kedime rağmen en çok alkışı alanda Grizabella olmuştu. Çok üzülerek söylemeliyim ki bu müzikal muhtemelen ben 80 yaşındayken gelir bir daha Türkiye'ye ve iyi ki gitmişim dediğim tadı damağımda kalan bir müzikaldi Cats.
 
                                Nisa Kolbaşı

15 Şubat 2014 Cumartesi

BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN


Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin


Nazım Hikmet Ran

Rapunzel, ben bi' hırsızım!

Rapunzel, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Rapuzel, siyah güller, ak güller!

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Rapunzel bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek:
Rapunzel, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Rapunzel, ben öteliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Rapo;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe  bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Rapo.

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Rapunzel, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar...Su kenarında
Ki ben, Rapunzel, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rapo:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rapo.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu tren,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

Rapunzel, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Rapunzel, siyah güller, ak güller!


--



Nasıl da çaldım ama sezai abimden...
Ah sezai abi, ölsen de kıymetini anlasak
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rapo
Yine çalacağım, bu defa neşet abiden
Nasıl da çaldım ama sezai abimden.




                                                                  .menesbtmn.

Kadar


Bu hayat yoruyor beni
En derinlerdeki hislerime kadar.
Ağlamak yoruyor beni
İçim dışıma çıkana kadar.
Sevmek yoruyor beni
Gönlümü kapı dışarı edene kadar.
İçmek yoruyor beni
Acı kahveye kadar.
Dinlemek yoruyor beni
Direnene kadar.
Konuşmak,
Sen susuncaya kadar.

Sen de bensin aslında
Yoksun da varsın,
Varsın da yoksun.
Göğüs kafesimden bir yerlerden,
varsın.
Başkalarının göremediğisin
Bekleyişsin.

Beklemek de yoruyor beni;
sabrım tükenip çıldırana kadar.
Öyle bir bekleyiş ki,
Sürer ne zamana kadar?
Belki de
s'onsuza kadar.

                                                                                                                        Esra ÇETİN

14 Şubat 2014 Cuma

EDEBİYATTAN BEYAZ PERDEYE BİR ESER: SEFİLLER

     Farklı bir sinema filmi deneyimi için herkesi bu harika müzikal dramayı izlemeye davet ediyorum. Gerek oyuncu kadrosundaki zenginlik gerekse filmdeki hemen hemen her dialogun şarkı formunda oluşu filmi izlemeniz için geçerli sebeblerden olabilir. 2012 tarihli İngiliz yapımı film Victor Hugo'nun Sefiller adlı kitabından yaratılan aynı isimli müzikalden esinlenerek uyarlanmıştır.       Les Misérables, Zoraki Kral'ın yönetmeni Tom Hooper tarafından yönetilen ve baş rollerini Hugh Jackman ( Jean  Valjean), Russell Crowe ( Javert), Anne Hathaway (Fantine), Amanda  Seyfried (Cosette), Eddie Reymayne ( Marius Pontmercy) paylaştığı ve 8 dalda akademi ödülüne aday olmuş bunlardan en iyi ses miksajı, en iyi makyaj ve saç tasarımı ve en iyi yardımcı aktrist ödülünü almış başarılı bir filmdir.
      Oyuncu kadrosunu kısaca öğrendikten sonra gelin filmin konusuna birlikte göz atalım...

Jean Valjean bir somun ekmek çaldığı için hapse giren bir Fransızdır. Cezasını çektikten sonra cezaevinden şartlı tahliye olur ve tahliyesini Müfettiş Javert kollamaktadır. Jean Valjean kendisine yeni bir hayat kurmak ister ve bir kasabaya belediye başkanı ve kasabada küçük bir fabrikanın sahibi olur ancak bir gün Javert tarafından yakalanacağından da sürekli endişe duyar. Jean Valjean'ın eski çalışanlarından Fantine fahişelik yapmak zorunda kalır ve bir gün ölür. Bundan kendini sorumlu tutan Jan Valjean, Fantine'ın kızı Cosette'in bakımını üstlenir.Yıllar sonra Cosette büyüdüğünde kendilerini Haziran Devrimi ile son bulan Fransa'daki siyasi karışıklığın içinde bulurlar.
Filmin sonunu merak edenler için söylüyorum. Devrim yanlısı öğrenci Marius ile Cosette filmin sonunda evlenirler ancak film boyunca ikisi de bir çok macera yaşarlar. Müzikal oluşundan dolayı sıkıcı olabileceğini düşünenler olabilir ancak filmdeki oyuncular rollerini o kadar başarılı oynuyorlar ki dialogların şarkı formunda oluşu duygunun seyirciye aktarılması konusunda oyuncuların başarısına büyük katkı sağlıyor. Ben en çok Hugh Jackman'ın oyunculuğunu beğendim çünkü iki farklı rolü - mahkum ve Cosette'in koruyucusu- aynı filmde çok başarılı bir şekilde oynayarak bence filme damgasını vurdu. Bakalım sizin favori oyuncunuz ve sahneniz ne olacak? Hepinize şimdiden iyi seyirler diliyorum. Umarım sizde filmi beğenirsiniz.
                                                                                 
                                                                                                             GÖKBEN KALAFAT

13 Şubat 2014 Perşembe

İlk içki, İlk şaka, İlk dost,İlk aşk


 


Alaska’nın Peşinde. İlk olarak geçen sene okuduğum ve arada sırada tekrar okuduğum o harika John Green kitabı. Şuan John Green dediğimde hepiniz büyük ihtimalle ergen kitabı gibi şeyler dediniz. Ama aslında öyle değil. Tamam belki John Green’i n ülkemizdeki en popüler kitabını her kızın elinde görmüştürsünüz. Hani  mavi dışlı olan. ‘‘Aynı Yıldızın Altında’’. O kitabı okuyanlar bana göre çok abarttı. Sonuçta klasik bir aşk hikayesiydi. Hasta bir kız bir erkeğe aşık oluyor ve sonra hayatı değişiyor falan filan. Ama Alaka’nın Peşinde farklı bir kitap. Daha derin bir kitap. Klasik bir aşk hikayesi yok mesela kitapta. Daha farklı. Daha içten. Daha güzel.

Kitap 2 farklı bölümden oluşmaktadır. Önce ve Sonra. Spoiler vermemek için neyin öncesi ya da neyin sonra olduğunu söylemeyeceğim. Okuduğunuzda  ağzınızın açık kaldığı bir yer ama. Uzunca bir süre hem de. Dili baya basit bir kitap. Öyle detaylı süslemeler falan yok cümlelerde. Gayat basit tutmuş yazar. Fakat yaptığı benzetmeler gerçekten çok güzeldi. Okurken kendine kendime sırıttığım tarzdaydı işte.

Olaylar Tıknaz(Miles Halter)’ın okula gelmesiyle başlar. Tıknaz geldikten sonra Alaska Young, Chip Martin(Albay), Takumi Hikohito ve Lara Buterskaya’dan oluşan arkadaş grubuna katılıyor. Sonra tahmin edebileceğiniz gibi olanlar oluyor.

Kısacası; Alaska’nın Peşinde benim okuduğum en en en iyi kitaplardan biriydi. Ve bu nedenle sizlerle paylaşmak istedim.Umarım beğenmişsinizdir. Umarım en kısa zamanda okursunuz.
 
 











                                                                                      Zeynep Begüm Aykut

12 Şubat 2014 Çarşamba

BENGİ DÖNÜŞ

                İlk olarak size bu yazımın başlığının neden "Bengi Dönüş" olduğunu açıklamakla başlasam daha iyi olacak sanırım.Bu Nietzsche'nin felsefesinin temel yapı taşlarından tam olarak benim kendime dönüşüm bu felsefeye uymasa da kendimi bir sorgulama içerisine aldım. Ama ilk önce sevdiğim şeyden: fotoğraf çekmekten başladım.Kendime neden fotoğraf çektiğimi sordum.İnsan neden fotoğraf çeker ki ? Ben beğendiklerimi çekmezdim.Bir daha göremeyecek olduğum şeyleri çekerdim,dedim. Sonra uzaklardan bir yerde şu fotoğrafı çektim.



 Ve aslında bütün güzel fotoğraflarının en iyi arkadaşların yanındayken çekildiğini fark ettim.Yeni Dünya'da arkadaşım içtiği vodkadan kusmadan önce şu fotoğrafı çekmiştim...



    Fotoğraf çekmeyi delice seven biri için önemli olan nadir görüleni çekmektir. Bir volkan patlamasını çekmek gibi örneğin.Ama kimse en güzel fotoğrafların en mutlu anlarda çekildiğini bilmez. Bilen varsa da çok az bir kısım. En azından Oscar biliyordur...Hatta kedilerden o kadar korkmama rağmen bir kedi fotoğrafı bile çekmiş olmam büyük bir ironiyle beraber, o kedinin kör olduğunu fark etmem beni fazlasıyla üzmüştü.


          Herkes büyük ve gösterişli şeyleri sever.Ben daha çok severim.Belki bu fotoğrafı havanın güzel olmasından değil de sırf geminin güzel olmasından  dolayı çekmişte olabilirim...

                 
           Ve son olarak ben her zaman en çok sevdiğim şeyi yaptım.Doğa fotoğrafları çekmeye devam ettim.Ve şu yüce gönüllü,küskün ağacı çektim. 


     Yani bu yazımda söylemek istediğim şey sevdiğiniz şeyleri en mutlu olduğunuzda,sevdikleriniz yanınızdayken yapın.Çünkü en iyi şeyler mutluyken başarılır. 


                                                                                                        Bilge KAHRİMAN















GECE GÜNEŞİ


                                                                  GECE GÜNEŞİ

Otobüse ucu ucuna yetişebilmiştim.Soluk soluğa balık istifi insan yığınının arasına karıştım.İçerisi öylesine tıklım tıklımdı ki nefes almaya bile şükrediyorduk.Zar zor tutunacak demir buldum.İçerisi boğucu,üzerimizde mesai yorgunluğu...

Sıcaklıkta buharlaşmama az kala,aniden irkildim.''İçim mi geçti?Ne oldu?'' diye aval aval etrafıma bakınıyordum ki penceredeki manzara hiç de tanıdık gelmedi.Durağı kaçırmıştım!Şimdi de sırtımdan soğuk soğuk terler boşanıyordu.Apar topar kendimi dışarı attım.İlk olarak ciğer dolusu nefes aldım ve etrafıma bakınmaya başladım.Çınar ağaçları,tekir kedi,şehir gürültüsü...

Başımı kaldırdığımda; kendimi, duvarları eskimiş,içerisi rutubet kokan bir pasajın girişinde bulmuştum.Çay ocağında sohbete dalmış iki amca,küçük bir dükkanda örgü ören teyzeler örgü ören teyzeler...

Etrafımı incelerken gözüm,tozlu camekanın arkasındaki gitarlara ilişti.Çok geçmeden dükkandaki gitar ustasını da farkettim.İrili ufaklı gitarlar yapıyordu.Merakla,mermeri eskimiş merdivenden aşağı inip camekana doğru yaklaştım.Kim bilir nasıl gitarlar yapıyordur...Hangi güzel bestelerin arkadaşı oluyordur onun gitarları?Kapıyı açıp içeri girsem olur muydu acaba?İki çift laf ederdik.Belki anlatacak bir hikayesi vardır...



HİLAL EKŞİ




Not:Devamını yazıp yazmama konusunda kararsızım.Fikirlerinizi yorum yazarak belirtirseniz sevinirim :)Teşekkürler...

11 Şubat 2014 Salı

Ayhan Bozkurt

Bugün sizlerle yazar ve oyuncu Ayhan Bozkurt’u buluşturuyoruz. Biz gencecik yürekleri kırmadı ve sorularımıza itinayla cevap verdi. Kendisine hepimiz çok teşekkürlerimizi iletiyoruz. Bizleri desteklediği ve yalnız bırakmadığı için. Önce sizlerle hayatını ve daha sonrasında bizlere verdiği cevapları paylaşalım dedik. Hepinize iyi okumalar.
Ayhan Bozkurt, 6 Haziran 1971 yılında doğdu. İlk kitabı, Ömür Ölümün Önsözü ile Rıfat Ilgaz Cide Edebiyat Ödülü olan "Övgüye Değer Şair Ödülü"nü aldı. 28 Numaralı Oda, Şehir Soyuldu, Al sana Aşk adlı şiir kitaplarının yanı sıra Herkes Sevdiğini Öldürür isimli bir öykü ve Barikattaki Çocuk isimli bir de romanı var. Ve bir de Bütün Aşklar Birbirine Benzer Biri Hariç adlı yeni bir kitabı raflarda yerini çoktan aldı. Öküz, Hayvan Ve Yine Hişt dergilerinin yayın kurulunda çalıştı. Sağır Oda, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, Ölüm Çiçekleri tv dizilerinde oyunculuk ve senaryo yazarlığı yaptı. Ayrıca birçok dizi ve sinema filminde konuk oyuncu olarak rol aldı.

1- Yazar olmaya nasıl ve ne zaman karar verdiniz?
A.Bozkurt: Yazar olmaya karar verdiğim bir gün veya tarihini verebileceğim takvim hatırlamıyorum. Ama 90'lı yıllarda  şiirlerim edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlayınca içimden de hep o soru geçiyordu; yolun başındayım, iyi bir yazar olabilir miyim... Öyle ki, o yıllarda edebiyat dergilerinde şiir ve herhangi bir yazımın yayımlanması oldukça zordu. Yolun başında olan birisi için zaten  edebiyat üzerine yazı yazmam, fikir ileri sürmem mümkün değildi. Öyle bir deneyimim, birikimim de yoktu, bir fikrimin de dikkate alınması söz konusu bile olamazdı. Anladım ki yalnızca şiir, öykü yazarak iyi bir yazar olunmayacak, dergilerde dönemin yaşayan büyük şairleriyle röportajlar yapmaya başladım. Attila İlhan, Melih Cevdet Anday, Ece Ayhan, Can Yücel, Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk ile konuşmalarım bana önemli yol kat etmeme vesile oldu. Türk Edebiyatı ve hatta dünya edebiyatı hakkında fikir sahibi olmaya başladım. Bol bol okudum, okumakla kalmayıp edebiyatçıların içinde bulundum. Sohbetlere, tartışmalara katıldım. Yine Hişt kültür sanat dergisinin yayın kurulunda ardından Öküz ve Hayvan dergilerinin yayın kurulunda çalıştım. Ve bu günlere geldiğimizde ne kadar uzun bir yola girdiğimi ve hala bu yolculuğun devam ettiğini anlıyorum.

2-'Yazar' sıfatı taşımak sizce nasıl bir his?
A.Bozkurt:  Elbette büyük bir sorumluluk. Yazdıklarımla, yaşadıklarımla, dünya görüşümle örnek bir insan modeli olmayı hep istemişimdir. Ne bir örgüt ne de bir siyasetin içinde yer almadan tek başına haksızlığa ve otoriteye karşı durmayı bir yaşam biçimi yaptım. Yazdıklarımda insanı anlattım. İyiler ve kötüleri anlatarak dünya denilen bu 'mavi küre' de olup bitenleri belgeledim, belgeliyorum. Yazar olmak aynı zamanda karşındakiyle empati kurmaktır.

3-İlk kitabınızı çıkarırken herhangi birinden eleştiri veyahut 'çıkarma' gibi bir tepki aldığınız ya da çıkarmaktan vazgeçtiğiniz oldu mu?
A.Bozkurt:  Uzun bir süre dergi ve gazetelerde şiir ve yazılarım yayımlandıktan sonra Rıfat Ilgaz Cide Edebiyat ödülünde 'ilgiye değer şair' ödülünü aldım. Hemen ardından ilk kitabım yayımlandı. Bir yazarın ilk kitabı hatalarıyla sevaplarıyladır. Önemli olan sonrasıdır, devamıdır. Ben olumsuz eleştiri almadım. Aksine yazarlar, eleştirmenler tarafından yazmaya teşvik edildim.

4- Edebiyat sizin için ne ifade ediyor?
A.Bozkurt: Var olabildiğim alan... Edebiyat bir toplumun en tepesinde durur. Siyasetten, devletten daha da ötededir.

5-Hem yazar hem oyuncusunuz. Bu sizin için iyi mi yoksa kötü tarafları var mı?
A.Bozkurt: Oyunculuk beni besleyen bir alan. Yazarken yarattığım karakterler gibi, oynarken de o karakteri yazıyorum adeta. Kamera karşısında oynamaya çalıştığım karakteri hissediyor olmam bana hayatın verdiği en güzel duygu...

6-Yazarlığı mı yoksa oyunculuğu mu tercih ediyorsunuz?
A.Bozkurt: Ne yardan geçerim ne de serden... Tercih etmek istemiyorum ama yazarlıkta daha önde olduğumu düşünüyorum. Yazmak daha heyecanlı... Çünkü yazarken tek başınayım. Yazdıklarımdan ben sorumluyumdur. Oyunculuk ve sinema ekip işidir. Uymanız gereken kurallar vardır. Ayrıca size oynamanız için bir karakter verilir. Kurallara ve ekibe uyum sağlamanız gerekir. Yazarken kendime sorumluyumdur, ve beni okuyacak insanlara...

7- 'Sanat dünyası' nasıl sizce?
A.Bozkurt: Herkes kendi alanında bir şey yapmak için çabalıyor.Yani yazarak, oynayarak, film çekerek, müzik yaparak... Toplumdan daha duru ve daha anlayışlı bir yer orası... Dışarısı daha riyakar, daha yalancı, daha sahtekar. Sanatçılar onlar kadar değil ve özel bir yerde duruyorlar.

8- Yeni dizi ya da yeni kitap projeleriniz var mı? Var ise biraz konulardan bahseder misiniz?
A.Bozkurt: Yeni romanımın hazırlığı içindeyim. Okumalar yapıyorum, ne yazacağıma karar verdiğim anda oturup yazma mesaisine başlayacağım. Uluslararası bir sinema filminde oynayacağım ama henüz netleşmediği için projeyi açıklamayayım... Bir kaç diziden teklif var, kesinleştiğinde zaten göreceksiniz...

10 Şubat 2014 Pazartesi

Geçmişin Getirisi

                           
Yine anlık bir olay sonrası kalemimi aldım elime. Karanlık ve gizemli olan sevgi adı verilen o odada yalanların ışık tuttuğu bir ilişki bu. Başka bir açıklama ya da betimleme bulamadım ben bu işe. Ne kadar doğru olabilir o kadar yaşatılanlardan sonra hala bu denli güvenip sevgi için gururu ayaklar altına alabilmek ?

Bilmiyorum, benim aşk adını verdiğim (her ne kadar toz pembe izler olsa da gerçeklerle dolu bir ütopyam olmuştur her zaman) ezber bu değil. Duygularımın aptallığına attığım yüreğimi kızartan tokatlarım var. Duygularımın önüne geçen gururla dolmuş taşmış profilim için hepsi. Çeşitli insanların yer aldığı, olayların farklı fiillerle gerçekleştiği benzer senaryoların profilime bıraktığı izler bunlar. Artık hepsini mantığımın yardımıyla yüreğimin geçmişte bıraktığı ''Tecrübe Rafı'' adını verdiğim bölüme bıraktım.


Duygularımın tükenmişliğine inanmıyorum ben. Sadece bir süreliğine yerlerinin büyük bir kısmını mantığa bırakmayı tercih ettiler. Tozlu sayfaların geçmişin getirileri bunlar. Şimdi ki durumumu çok sevdiğim isimlerden biri olan Nazım Hikmet sanki beni yorumlamış satırlarında ‘’Akıl yorulabilir, yılabilir ama yüreğin sırtı gelmez yere. ‘’ Ben yoruldum, aklım yoruldu, mantığım soluk soluğa. Yüreğim hala umutlu, sol yanım sırılsıklam olsun istiyor. Sevgi dolu kocaman bir yürek, asla parçalanmaması gereken güven ve sadakat dolu bir ruh harmanlanıp sol yanımı sırılsıklam etsin istiyor. Şimdiden çiselemeye başlamış bile. Her defasında yansa da, yıkılsa da, paramparça olsa da bu sefer yaşamaya değer.
                     
                                                                Ceren DEMİREL

Hayallere engel olan bir bataklık kokusudur.

Çamurdan eller görüyorum. Gemilere biniyorlar, gemilerden iniyorlar. Haince el sallayışlar görüyorum. Fakat yollananların masumca gördüğü el sallayışlar. Ustaca sallıyorlar işte o çamurdan ve kandan ellerini. Her birinin birer dilleri var diye ustaca kullanmaktan asla çekinmiyorlar. Onlara fen bilgisi dersinde sorsanız dil; konuşmaya, tat almaya yarar. Dışarıda sorsanız muzip bir gülümseyiş çakarak cevap verirler. Çünkü o çamurdan elliler, o hain dillerini yalanlar için pek bir cesaretlice kullanırlar. Ve sonra gemilerin batmasına, paraların çalınmasına, arabaların çarpmasına bağıra çağıra tepki gösterirler. O büyük çamurdan elliler. Sonra, sonra büyür işte ve insanoğlu deriz biz o çamurdan ellilere. Küçükken betimlemeler daha yerli yerindedir aslında. Büyüdükçe öğrendiklerimiz ve bilmişliklerimiz yok olur ve dolayısıyla kimseyi betimleyebilecek kelimelerimiz kalmaz. Yani bizler, o çamurdan taraflarını asla kullanamayan bizler, kelimelerimizi bile kaybederiz. Yetmez! Hayallerimizi kaybederiz. Milyonlarca çamurlu elin peşinden koştuğu bataklık kokan kâğıt parçaları yüzünden. Ve büyüyünce para ismini veririz onlara. Üstünde sayı, ardında milyonlarca terbiyesizlik barındırır! İşte bu yüzden nefret ederiz. Yani kendimizi hayatta hiçbir yerde göremeyiz bizler. Oysa biraz egolansak, ne bileyim biraz kendimizi düşünüp para denen yaratığa tapsak belki de daha iyi yaşardık. Kör, sağır, dilsiz ama daha iyi. 100,200’e bir sürü arkadaş edinirdik. Küçükken derslerde edineceğimiz birazcık ticari zekâ bizi hiçbir arkadaşımızdan ayırmazdı. Ve biz milyonlarca 100 bulmuşken, vermekten geri durmazdık. Sonra bu yaptığımızın arkasına geçip; ‘ben cömert biriyimdir beyefendi!’ sevdalarına girişirdik. Aman Yarabbi! Ne de pis işler yapardık biz. Lakin yaşardık… Soluk almak şimdiki kadar zor olmazdı. Karalanmazdık. İçimizdeki karadan kurtulacağız diye kilometrelerce hayal kurmazdık, sevdalanmazdık. Yorulmazdık yani biz. Yani iki çift çamurlu el yüzünden bu hallere düşmezdik. Yani ben diyorum ki; gece gelip çatınca gözyaşlarımızla değil, sevdiğimizi sandığımız insanlarla baş başa kalırdık. Yani, ne hale gelmişiz dünya!? Biz seni bayağı bir bezdirmişiz affoluna. Bizi affet çünkü o çamurdan elliler asla af dilemeyecekler senden. Biz çok âşık gençleriz ve sana da âşık oluruz merak etmeyesin. Lakin kokunu alıyorum, sen de ağlıyorsun. Olsun be dünya! Sen olsun de geç. Topraklarında yer aç bize. Lakin için rahat olsun, biz sana para değil, sevgi dökenler olmaktan her ne olursa olsun gurur duyuyoruz.

                                                                                                         Ceren Öztürk 

2 Şubat 2014 Pazar

BÜTÜN "ADAM OLACAK ÇOCUKLAR" ADINA...



Bugün Türkiye'de popüler müzik tarihine adını altın harflerle yazdıran Barış Manço aramızdan ayrılalı tam 15 yıl oldu. Eğer erkenden hayata veda etmeseydi bugün tam 71 yaşına girecekti Manço... Bütün "Adam Olacak Çocuklar" bugün onu kendi şarkılarıyla anıyor.
Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı, kendisine 12 altın ve bir platin albüm ve kaset ödülü kazandırdı. Bu şarkıların bir bölümü daha sonra Arapça, Bulgarca, Flemenkçe, Almanca , Fransızca, İbranice, İngilizce, Japonca ve Yunanca olarak yorumlandı ve Barış Manço, kimi şarkılarını günlük hayatından aldı. Hazırladığı televizyon programıyla Dünya'nın pek çok ülkesine gitmiş, bu nedenle "Barış Çelebi" olarak adlandırılmıştır.




Gençliği
Mehmet Barış Manço 2 Ocak 1943 tarihinde Üsküdar Zeynep Kâmil Hastanesi'nde doğdu. II. Dünya Savaşı yıllarında doğduğu için ailesi Mehmet Barış adını verdi.Dört çocuklu ailede Savaş, İnci ve Oktay adlarında üç kardeşi vardı. İlkokula Gazi Mustafa Kemâl İlkokulu'nda başladı. 4. sınıfı Ankara Maarif Koleji'nde okudu ve ilkokulu Kadıköy'deki başladığı okulda tamamladı. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi'nin orta bölümüne devam etti. 1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başladı. 4 Mayıs 1959'da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi'nden ayrılarak, eğitimini Şişli Terakki Lisesi'nde tamamladı.




Müzik Kariyerinin Başlangıcı
1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başlayan Manço, 1958 yılında ilk grubu Kafadarlar grubunu kurdu. Bu kadroyla grup rock'n roll coverları yaparken, Barış Manço'da ilk bestesi Dream Girl'ü bu dönemlerde yaptı ve Ankara'da küçük bir müzik ödülünün de sahibi oldu.
İkinci grubu Harmoniler'de yine Galatasaray Lisesi'ndeki arkadaşları vardı.Bu kadro ile Grafson şirketinden üç tane 45'lik çıkaran Manço, liseyi bitirdikten sonra Türkiye'den ayrılıp Belçika'da öğrenim hayatını sürdürmek isteyince Harmoniler dağıldı. Bu kadronun kaydettiği iki türkü Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar ve Kızılcıklar Oldu mu? yıllar sonra yayımlandı.
1963 yılının Eylül ayında Belçika Kraliyet Akademisi'nde yüksek öğrenim görmek için Türkiye'den ayrıldı ve Belçika'ya gitmeden önce karayoluyla bir kamyonla Fransa'nın başkenti Paris'e giderek daha önce konuştuğu ünlü Fransız şarkıcı Henri Salvador'la buluştu. Henri Salvador Barış Manço'nun Fransızcasını ve fazla kilosu nedeniyle dış görünüşünü yetersiz buldu ve anlaşma yapamayan Manço, Belçika'daki abisi Savaş Manço'nun yanına gitti. Belçika Kraliyet Akademisi'nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi görürken bir yandan da garsonluk, otomobil bakıcılığı işlerinde çalıştı. Bu sırada Belçikalı şair André Soulac ile tanıştı. Soulac sayesinde Fransızcasını ilerletti ve yaptığı besteleri değerlendirme imkânı buldu. Soulac, Manço'nun bestelerine söz yazdı.
1966'da ise bir festivalde "The Folk 4" grubu ile Türk müziğinden örnekler sergileyerek dikkat çekti. Ancak Fransız bir müzisyenin Barış Manço'nun aksanını beğenmediği için onun plağının çalınmasını yasaklaması Barış Manço'yu derinden etkiledi ve Avrupa kariyerini sona erdiren nedenlerden biri oldu. Aynı yıl "L'Alba" adlı bir grup Barış Manço ve André Soulac tarafından yazılan ilk parçayı seslendirdi.

Barış Manço ve Les Mistigris
Olympia'daki konser sırasında vahşi kedi anlamına gelen "Les Mistigris" adlı Belçikalı grupla tanıştı ve onlarla çalmaya başladı. Grubun söz yazarı ve şair André Soulac ile MANLAC adlı bir prodüksiyon şirketi de kuruldu. Grupla beraber Fransa, Belçika, Çekoslovakya, Belçika, Almanya ve İsveç'te konser verdi.1967'de Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında bir yarık oldu ve bıyık bırakmaya başladı. Grupla bir EP çıkardı, ancak vize problemleri, yasal sorunlar ile uğraştıkları için yolları ayrıldı. Türkiye'deki ilk psychedelic rock şarkıları Manço ve Les Mistigris grubuna aittir. 1969 Haziran'ında Belçika Kraliyet Akademisi'ni birincilikle bitirdi ve İstanbul'a nişanlısı ile döndü.

Barış Manço ve Kaygısızlar
Barış Manço Les Mistigris ile ayrıldıktan sonra Kaygısızlar grubu ile çalışmaya başladı.Barış Manço en büyük hitlerinden biri olan Kol Düğmeleri'ni bu grupla kaydetti. Aralıklarla plak çıkaran grup hem Anadolu temalarına, hem de doğu motiflerine yakınlığı ile bilinen yavaş yavaş yükselmekte olan psychedelic müzik akımından etkilendi.Ağlama Değmez Hayat 50.000'in üstünde satış yaparak Manço'ya ilk altın plağını kazadırdı.Manço ve Kaygısızlar'ın yaptıkları besteler Fransız plak şirketleri Philips ve Barclay'in dikkatini çekti ve anlaşma teklif ettiler. Aynı yıl Fransa'ya giden Barış Manço, plak şirketinin teklifi üzerine "Barıshango" adıyla tanıtıldı. Kaygısızlar'ın adı ise "Possibility" olarak değiştirildi ve grup Fransa'da Fairground ve Susanna parçalarını Philips etiketiyle iyi imkânlarla kaydetti ancak bu kayıtlar uzun süre piyasaya sürülmedi. Grup, ismini değiştirdiği için yapılan eleştirilere "Parçaları İngilizce olarak doldurmamızın nedeni ise Dünya yüzünde en yaygın lisan olduğu içindir..., ...Avrupalı görünmek sevdasında değiştirmedik adımızı." şeklinde yanıtlamıştır.



Diğer Çalışmaları
Kameraman Erkan Umut ve Barış Manço Meksika'nın tarihi Teotihuacan bölgesinde. 1988 yılının Ekim ayında TRT 1’de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan "7'den 77'ye" adlı televizyon programı, 1998 yılının Haziran ayında 378. kez ekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekoru kırdı. “Ekvatordan Kutuplara” isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100’den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti. Ayrıca “4 × 21 Doludizgin” adında bir talk-show programının yapımcılığını yaptı.
2 Ocak 1975 tarihli Baba Bizi Eversene, sanatçının tek sinema filmidir. Barış Manço bu filmde başrol oynamış ve filmin müziklerini Kurtalan Ekspres ile beraber yapmışlardır. Sinan Çetin'in yönettiği 1985 yılı yapımı 14 Numara adlı filmin müziklerini yine Kurtalan Ekspres'le, 1982 yılı yapımı Çiçek Abbas filminin müziklerini de Cahit Berkay'la beraber yaptı.
1963 yılında Yeni Sabah Gazetesi'nde Sami Sibemol takma adıyla müzik içerikli yazılar yazdı. 1993 yılında Milliyet Gazetesi'nde Oku Bakiim başlığıyla konularını günlük hayattan alan köşe yazısı yazmaya başladı ve 1995 yılına kadar yazmaya devam etti. Ölümünden önce müzik hayatının 40 yılını kitap haline getirmeyi planlıyordu.
1998 yılında turizm sektörüne girerek Muğla'nın Bodrum ilçesi Akyarlar köyünde Club Manço adında devre tatil ve otelden oluşan 600 kişi kapasiteli bir tatil köyü açtı. Tesisin açılışını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapmıştır.

 

Vefatı
31 Ocak 1999 gece saat 23:30 civarında İstanbul'un Moda semtindeki evinde kalp krizi geçirdi ve kaldırıldığı Siyami Ersek Göğüs-Kalp-Damar Cerrahisi Hastanesi'nde aynı gece saat 01:30'da hayatını kaybetti. Daha önce 1983 yılında bir kalp spazmı geçirmişti. 1991 yılında Devlet sanatçısı unvanı alan Manço'nun cenazesi için devlet töreni düzenlendi. 3 Şubat 1999 tarihinde üzerinde Galatasaray bayrağı da bulunan Türk bayrağına sarılı naaşı Atatürk Kültür Merkezi'ne getirilerek tören düzenlendi, akabinde Levent Camisi'nde cenaze namazı kılındı ve Kanlıca'daki Mihrimah Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Mezarına "Gesi Bağları" yorumundan ötürü Kayseri'nin Gesi beldesinden getirilen toprak da kondu. Ölümünün duyulmasının ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve bazı siyasetçiler başsağlığı mesajı yayınladılar.

Barış Manço uzun saçları, eşsiz sesi, sıradışı şarkılarıyla 7'den 77'ye herkesin beyninde unutulmaz bir yer etmiştir. Büyük sanatçımızı saygıyla ve rahmetle anıyoruz.

Eray Yanık