31 Mart 2014 Pazartesi

Top 5

      Merhabalar Tenefüs okuyucuları.Tenefüs’te müzik günü. Belki dinlediklerinizden sıkılmışsınızdır, belki farklı tarz bir şeyler dinlemek istiyorsunuzdur bu nedenle bugün sizlerle bu hafta boyunca sürekli dinleğim 5 şarkıyı paylaşmak istiyorum.
             1-      Paramore : Aint It Fun
Paramore 2004 yılında Franklin, Tennessee ‘de kurulan ABD’li alternatif punk rock grubudur. Gruptaki bazı değişikliklerden sonra Paramore, şu anda  Hayley Williams (vokal/klavye), Jeremy Davis (bas) ve Taylor York (gitar) ’dan oluşuyor.
            2-      The Neighbourhood : Afraid
   The Neighbourhood 2011 yılında kurulan Amerikalı alternatif rock grubudur.  Grup Jesse Rutherford (vokal), Jeremy Freedman (gitar), Zach Abels (gitar), Brandon Fried (davul) ve Mikey Margott (bas)’dan oluşmaktadır.
       3-      The All-American Rejects : It Ends Tonight
The All-American Rejects 1999 yılında Stillwater, Oklahoma’da kurulmuş rock grubudur. Grup Tyson Ritter (vokal/bas/klavye), Nick Wheeler (gitar), Mike Kennerty (gitar) ve Chris Gaylor (davul)’dan oluşmaktadır.
             4-      The Script : The Man Who Can't Be Moved
The Script, Dublin merkezli İrlandalı rock grubudur. Grup üyeleri Danny O’Donoghue (vokal), Mark Sheehan (gitar) ve Glen Power (davul)’dan oluşmaktadır.
             5-      Two Door Cinema Club : Something Good Can Work
Two Door Cinema Club 2007 yılında Alex Trimble (vokal/gitar), Sam Halliday (vokal/gitar) ve Kevin Baird (vokal/bas) tarafından kurulan Kuzey İrlandalı indie müzik grubudur.



                                                                             Zeynep Begüm Aykut

29 Mart 2014 Cumartesi

rapunzelli üşümeli ölmeli şiyir

                                                                                                        çoğeskitarihlişiyir


Ah rapunzel
havalar da epey soğudu
buralar da soğuk
geceler kış
yollar yokuş

rapunzel üşüyorum
bir yazıcıoğlu edasıyla
soğuk betonlar
acaba ölür müyüm ben de
bu gece


öleceğim rapunzel
ha bugün
ha yarın
ha yarım
kalmış
ha tamamlanmış...
öleceğim rapunzel


işte o gün
yüce bir tabuta saklanacağım
beni arayacaksın rapunzel
o zaman ağzında eski bir lakırdı
zeytin dersem çık
badem dersem çıkma

sen zeytin de desen
badem de yesen
ben çıkmayacağım
alican değilim kızım ben


ki alican da çıkmayacak
Ali cihan da çıkmayacak
rahmetli dedem de çıkmayacak
peygamber de çıkmayacak
ben ölünce rapunzel,
onlarla aynı toprağın altında
aynı sesi bekleyeceğim
seni bekleyeceğim

ben öleceğim
sen öleceksin
o ölecek
biz öleceğiz
siz öleceksiniz
onlar ölecek.

--

kafiye mafiye arama rapo!
şiir değil bu.
hatırla istedim
hatırlamak istedim.
ölümü
ölüm'ü
ölü mü?
ölü
-sün




                                                                  .menesbtmn.

28 Mart 2014 Cuma

Friends

                                            FRIENDS

Friends (Türkiye'deki adı: Sıkı Dostlar), David Crane and Marta Kauffman tarafından yaratılan 1994-2004 yılları arasında yayınlanan bir Amerikan komedi dizisidir. Manhattan, New York'ta yaşayan altı arkadaşı konu eder.Friends, Warner Bros.'un Kaliforniya stüdyolarında canlı seyirci önünde çekilmişti. 6 Mayıs 2004'te yayınlanan final bölümünü 51.1 milyon kişi izledi ve bu sayı diziyi en çok izlenen televizyon dizisi yaptı. 63 kez Primetime Emmy Ödüllerine aday gösterildi bir de Altın Küre Ödülü kazandı. Dizinin tüm sezonları DVD ve Blu-ray olarak piyasaya sürüldü.
Dizinin konusuna gelicek olursak,New York'ta yaşayan 20'li yaşlardaki üçü kadın,üçü erkek,altı kişilik bir arkadaş grubunun yaşamları ile ilgilidir.Çekimleri 10 yıl süren dizinin karakterleri gerçek hayatta olduğu şekilde dizide de aynı oranda yaşlandırılmışlardır.Monica ve Ross kardeştir ve Rachel,Ross'un gençliğinden beri aşık olduğu kızdır.Zamanla Rachel'da Ross'a aşık olur ve Emma isminde bir kızları olur.Monica ve Chandler çok uzun bir arkadaşlık süresinden sonra birbirileri için çok uygun olduklarını anlayıp aşık olurlar ve bir süre sonra da evlenirler.Çocukları olamadığı için evlat edinmeye karar verirler.Tesadüf olarak evlat edindikleri çocuğun ikiz olduğunu öğrenirler ve ikiz çocukları olmuş olur.Phoebe ise hayatının aşkı olan Mike Hannigan ile evlenir ve Joey o obur,eğlenceli ve flörtcü insan evlenmez ve dizinin sonunda mutlu bir şekilde hepsinin kahve içmeye gitmeleri ile son bulur.
 Karakterler ise
Rachel Green (rolünde Jennifer Aniston): Düğünden kaçan Rachel, New York'ta tek tanıdığı kişi olan Monica'ya gider ve onda kalmaya başlar. Kendi ayaklarının üstünde durmak için Central Perk'te kötü bir garson olarak bir süre çalışır. Chandler'ın ağzından kaçırmasıyla Ross'un kendisine liseden beri aşık olduğunu öğrenir ve birlikte olurlar. Ross'un kıskançlıkları yüzünden ayrılınca, dizinin sonuna kadar Joey dahil birçok erkek hayatına girer. 9.sezonda Ross ile olan tek gecelik ilişkisinden kızı Emma doğar. Dizinin son bölümünde Paris'e gidip kariyerini ilerletmek yerine New York'ta kalarak Ross ile birlikte olmayı seçer ve Ross'a olan aşkının hiçbir zaman bitmediğini göstermiş olur.
Monica Geller (rolünde Courteney Cox): Ross'un kız kardeşidir ve aşçıdır. Daha sonraki bölümlerde aşçı olmasının nedeninin aslında Monica'nın şişman olduğu dönemlerde Chandler'ın kendisine bu işi tavsiye etmesi olduğu görülür. Chandler'ın kilosuyla alay ettiğini duyar ve hırs yapıp tüm kilolarından kurtulur. Aşırı titizliği, yönetme ve kazanma hırsıyla bilinir. Çocuk sahibi olmak istemesi nedeniyle uzun süreli sevgilisi olan Richard'dan ayrılır. Ross'un, Emily ile Londra'da evlendikleri bölümde Monica, Joey'nin odasına tek gecelik ilişki yaşamak için gider; fakat odada Chandler'ı bulur ve onunla ilişkiye girer. Aradığı aşkın aslında yanıbaşında olduğunu fark edince Chandler ile evlenir. Bir türlü hamile kalamadığını fark edince doktora gider ve hamile kalma olasılığının çok düşük olduğunu öğrenir. Evlat edinmek için başvurur. Bir tane çocuk beklerken çocuğun biyolojik annesinin ikiz doğurmasıyla ikiz çocuk sahibi olurlar. Final bölümde eve Chandler ile bebeklerle girerler ve herkese bu güzel haberi vermiş olurlar.
Phoebe Buffay (rolünde Lisa Kudrow): Dizinin en garip karakteri olan Phoebe, Ursula Buffay'in ikizidir. Annesi olarak tanıdığı kişinin intihar etmesi ve babasının da kendilerini terk etmesi nedeniyle sokaklarda yaşayan Phoebe'nin birçok batıl inancı vardır. Bir bölümde Phoebe'nin sokakta yaşarkenki döneminde Ross'u da gasp ettiği, Ross'un herkese "kocaman iri adam" olarak tasvir ettiği soyguncunun aslında Phoebe olduğu anlaşılır. Parayı ilk olarak kendi yazdığı şarkıları gitarla söyleyerek kazanırken daha sonra masörlük yapmaya başlamıştır. En bilindik şarkısı "Smelly Cat"tir ve aslında o şarkının bestecisi Phoebe'nin babası olan Frank Buffay'dir. Kızlarını küçükken uyuturken söylediği "Sleepy Girl", Phoebe'nin bilinçaltına işlemiştir ve o da "Smelly Cat"i yazmıştır. Phoebe, erkek kardeşinin kendisinden 20 yaş büyük birisiyle evlenmesi ve kadının doğuramaması nedeniyle taşıyıcılık görevini üstlenmiştir ve üçüz doğurmuştur. Phoebe son sezonda Mike Hannigan ile evlenmiştir.
Joey Tribbiani (rolünde Matt LeBlanc): İtalyan asıllı Joey'nin tek amacı ünlü bir aktör olmaktır. Birçok başarısız reklam ve figüranlıktan sonra "Days of Our Lives" adlı pembe dizide "Dr.Drake Ramoray" olarak oynamaya başlar. Verdiği bir röportaj yüzünden senaristleri kızdırır ve Joey'nin karakterini asansör boşluğuna düşürürler. Yemek yemeyi ve kadınları çok seven Joey, bir süre sonra Rachel'a aşık olur ve kısa süreliğine de olsa onunla birlikte olur. Dizinin sonunda Joey dışındaki herkes için hayat değişmiştir.
Chandler Bing (rolünde Matthew Perry): Eşcinsel bir baba ve ünlü bir annenin çocuğu olarak doğan Chandler ile soyadı nedeniyle sık sık dalga geçilir. Ross'un üniversitede oda arkadaşı, Joey'nin ise ev arkadaşıdır. Espri yapmasıyla bilinir. İşini tam olarak kimse bilmez. Hatta aralarında yaptıkları bir yarışmada her türlü alakasız soruyu bilen Monica bu soruyu bilemez ve yarışmayı kaybeder. Chandler, hayatı boyunca doğru düzgün hiçbir kadınla birlikte olamamıştır. En bilindik sevgilisi Janice'tır ve herkes ondan nefret etmektedir. Londra'da Monica ile birlikte olduktan sonra ona aşık olur ve evlenirler. Dizinin son bölümünde Monica'nın hamile kalamaması sebebiyle ikiz evlat edinirler.
Ross Geller (rolünde David Schwimmer): Monica'nın ağabeyidir. Hamile karısı Carol lezbiyen olunca boşanırlar. Ross bir paleontolojisttir ve dinazorlara karşı bir aşk beslemektedir. Rachel'a liseden beri aşıktır. Rachel ile bir süre birlikte olur; fakat ayrılır ve Emily ile nişanlanır. Düğünlerinde Emily'e, Rachel olarak hitap etmesi nedeniyle Emily kendisinden bir daha Rachel ile görüşmemesini ister. Ross ilk başta kabul etse de bunu sürdüremeyeceğini anlar ve reddeder. Rachel ile olan tek gecelik ilişkisinden Emma doğar. Final bölümünde Paris'e gidecek olan Rachel'a kendisini sevdiğini ve kalmasını istediğini söyler. Rachel daha sonra uçaktan iner ve hislerinin karşılıklı olduğunu belirterek Ross ve Rachel aşkının her zaman süreceğini ifade etmiş olur.
Bu diziyi şiddetle tavisye ediyorum.HIMYM(How I Met Your Mother) gibi ünlü bir dizinin çekilmesine sebep olan ''Friends'' hala en çok izlenen televizyon dizisi olarak duruyor.Hem hayatın gerçeklerini gösterip,güldüren,hüzünlendiren bir dizi sizleri bekliyor iyi seyirler :)
 

  KAYRA KARAKIŞ

THE RUSH



Merhabalar. Geçen hafta tanıttığım Remember The Titans ı umarım beğenmişsinizdir. Bu hafta ise başka bir yaşanmış olan muhteşem bir hikayeden esinlenilmiş güzel bir baş yapıtı tanıtacağım. İki kere oscar kazanmış olan yönetmen Ron Howard la iki kere oscar a aday olmuş senarist Peter Morganın kafa kafaya verip bu filmi yazıp yönetmişler. Bu güzel filmin adı ise Rush ( Zafere Hücum ) dır. 2013 yılında vizyona girip herkesin dikkatini çekmiştir. IMDB puanı 8.3 gibi yüksek bir puan almıştır. Filmin ana karakterlerini ise Chris Hemsworth ve Daniel Brühl oynamaktadır. Bence bu film hakkında bu kadar bilgi bile fazladır hemen değerlendirmeye geçelim.
  




Formula 1 dendiğinde ilk akla gelen şey 1976 da olan o büyük kazadır. Nikki Lauda nın o büyük kazası. Film iki birbirinden inatçı ve rekabeti bir o kadar seven insanın yaşadıklarını ve 1976 da yaşanan o büyük, ölümcül kazayı ele almaktadır. Bu iki büyük yarışçı ailelerinin desteği olmadan Formula 1 sporuna dahil olmuşlardır. Tabiki direk 1. klasmandan başlamayıp 3. klasmandan başlamışlardır ve aralarında olan rekabet Formula 1 yükseldiklerinde devam edip hatta kat ve kat artıcaktır. Nikki Lauda tam bir mükemmelliyetçi olan bir kişiliği yansıtmaktadır. James Hunt ise karizmatik ve sizin de düsündüğünüz gibi her anın tadını yaşayan bir karekteri canlandırmaktadır. Filmde sadece yarışı değil , iki yarışçının hata yapma riskinin 0 olduğu her hatanın ölüme yol açabilecek fiziksel ve psikolojik baskıyı konu almaktadır. Özel hayatlarının da konu olduğu bu film Formula 1 in en ihtişamlı dönemlerinde geçmektedir.


Küçük bir paragraf da karekterlerden bahsetmek isterim. Nikki Lauda dediğim gibi mükemmelliyetçi bir insan olup arabalar hakkında inanılmaz bir bilgiye sahiptir. Hesaplarını ve  düsüncelerini matematiksel olarak dışarıya vuran ve gerekmedikçe risk almayan bir karekterdir. Geleceğe bakış açısı sağlamdır. Kendini güvenceye almadan hareket etmeyecek birisidir. James Hunt ise tam ters bir karekter diyebiliriz. Her türlü riski alabilen ve anın tadını yaşamaktan başka birşey düşünmeyen bir yarışcıdır. Gelecekle ilgili planları olmaması da bunun bir kanıtıdır. Birbirine bu iki zıt karekter gerçekten Formula 1 in kaderiyle oynayıp inanılmaz ve unutulmaz bir çağ yaşatmıştır insanlara.



F1 in her zaman verdiği zevk bellidir ama sevmeyenler de olabilir. İşte bu film iki tarafa da uygun bir filmdir. Yarış sahnelerinin çok olmadığı ama az da olmadığı gerçekten güzel bir filmdir. Yeni çıkmasına rağmen kendimi tutamayıp 10 larca kez izlemiş olduğum bir film ve filmden sonra sadece tek bir soru aklına gelicek. Nasıl , Nasıl bir dayanıklılıktır ki oradan sağ sağlim çıkıp yine herşeye baştan başladı ? İste bunun cevabı filmde gizlidir. Bunu da size bırakıyorum. Bu güzel iki insanın arasında geçen dudaklarınızı uçuklatıcak bir film sizi bekliyor :)
 

Hilmi Tuğkan Gülen

27 Mart 2014 Perşembe

Uçurtma Avcısı

Uçurtma Avcısında Kabil'de monarşinin son yıllarında büyüyen Hasan ve Emir adlarında iki yakın arkadaşın hikayesi anlatılır. Emirin babası   adını yaptığı bağışlardan dolayı sık sık duyuran zengin ve ünlü  bir iş adamıdır.Hasan Emirin babasının küçüklükten beri yakın arkadaşı olan ve evlerinde hizmetçilik yapan bir adamın oğludur.Hasan bir Hazaradır ve Afganlar tarafından sevilmeyen küçümsenen horgörülen bir ırktır Hazaralar. Emir ile Hasan'ın yaşadığı yıllarda Afganistanda uçutma şenlikleri düzenlenirmiş .Bir gün Emir bu yarışmaya Hasanla birlikte katılır ve Hasan sayesinde yarışmayı kazanır.Hasan yere düşen son uçurtmayı yakalamaya giderken onu Hazara olduğu için aşağılayan mahallenin kötü çocuklarıyla karşılaşır. Hasandan uçurtmayı vermesini isterler fakat Hasan Emire uçurtmayı getireceğine söz verdiğini söyler ve uçurtmayı vermez.Bunun  üzerine çocuklardan biri Hasan'a tecavüz eder . Emir bu olayı uzaktan izler fakat korkaklığı yüzünden Hasan'a yardıma gitmez ve sesini çıkarmadan oradan uzaklaşır.Emir bu olayı gördüğünü hiç belli etmez ve tabiki Hasan da başına gelen bu olayı kimseye anlatamaz. Emir İçten içe vicdan azabı çeker ve Hasanı her gördüğünde bu acıyı daha şiddetli hisseder ve bundan kurtulmak için Hasan'a iftira atar ve babasıyla birlikte evden gitmelerine sebep olur.Bu sırada Ruslar Afganistan'ı işgal eder ve Emir ile babası Amerikaya kaçarlar.Aradan yıllar geçer ve Emir yazar olur, bir kıza aşık olup onunla evlenir.Bir gün Rahim handan Emir'in babasının yakın arkadaşından bir haber gelir. Hasan ve karısı taliban tarafından öldürülmüştür ve Hasan'ın çocuğu ortada kalmıştır.Onu alıp Amerikaya getirmek ve ona yeni bir hayat sunmak için Emir Afganistana gider. Bu sırada Rahim Handan  yıllardır herkesten saklanan bir sırrı öğrenir.Emir Afganistan'a gittiğinde yıllardır kaçtığı bir olay ile karşılaşır ve Emir ya vicdanının ağır yükü altında kalacaktır ya da Hasanın oğlunu kurtararak ona olan borcunu ödeyecektır. Emir çocuğu bulur ve Amerikaya getirir.Emir Hasan'ın oğlunu uçurtma uçurmaya götürür ve yere düşen son uçurtmayı kapmak bu sefer Emir'e düşmüştür.Emir çocuğa  yıllar önce Hasan'ın ona dediği gibi dönüp senin için bin tane olsa yine yakalarım der ve Khaled Hosseini kitabı burada bitirir.
Nisa Kolbaşı

Nilgün Marmara-Daktiloya Çekilmiş Şiirler

Merhaba arkadaşlar, bugün sizlere Nilgün Marmara'yı ve onun Daktiloya Çekilmiş Şiirler'ini tanıtacağım.



 

 Nilgün Marmara 13 Şubat 1958 yılında, Plevneli muhasebe müdürü Fikri Marmara ile Vidinlili Perihan Marmara’nın ikinci kızı olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Kadıköy’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarını “Din en büyük afyondur” sözünü dilinden düşürmeyen sol görüşlü babası ile Bulgaristan’da geçen çocukluk ve gençlik yıllarını hiç unutmayan annesi şekillendirdi. Marmara, ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji ve Lisesi’nde bitirdi. Daha sonra lisans eğitimi için önce İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi, fakat bölümün sağ görüşlü öğrencilerinin çoğunlukta olması sebebi ile yeniden sınava girmeye karar verdi. Bu defa Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girmeye hak kazanan Marmara, buradan "Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" adlı lisans teziyle mezun oldu.

1980 askeri darbesi, Marmara’nın da günlük hayat akışını değiştirdi. Dostları ile evlerde toplanmaya başladı ve çoğunluğu edebiyatın ünlü isimlerinden oluşan dostlarıyla gecelerce sürecek hararetli dil tartışmalarına girdi. Ünlü yazar ve şair dostları arasında İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cihat Burak, Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya gibi isimlerin yanı sıra dönemin genç şairlerinden Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Günseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen ve Mustafa Irgat vardı. Bu partilerden birinde tanıştığı Kaan Önalla önce birlikte yaşamaya başladı. Evliliğe karşı olduğunu her fırsatta söyleyen Marmara, hem Önal’ın, hem de kendi ailesinin baskılarına dayanamayarak 1982 yılında Önal yedek subaylığını yaparken evlendi. Hayatı boyunca hiç çocuğu olmayan Marmara, bu konudaki isteksizliğini “mutsuzlar ordusuna yeni bir nefer daha” sözleriyle açıklardı. 

Marmara, uzun süre kimseye göstermediği şiirlerini Kaan Önal’ın on altı aylığına çalışmak için gittiği Libya’da kalırlarken daktiloya çekmeye başladı. Libya’nın baskıcı ortamına dayanamayan çift daha sonra İstanbul’a döndü fakat Marmara’nın toplumsal rolleri ve şairliği arasındaki çatışmalı geçen günleri onun ruhsal durumunu daha da kararttı. 13 Ekim 1987’de Göztepe’de beşinci kattaki evlerinin penceresinde atlayarak hayatına son verdi. 

Yaşamı boyunca yalnızca şair dost çevresiyle paylaştığı şiirleri ölümünün ardından Daktiloya Çekilmiş Şiirler adıyla 1988 yılında yayınlandı. 1977’den 1987’ye ölümünden yalnızca 1 ay öncesine dek yazmış olduğu şiirleri kapsar Daktiloya Çekilmiş Şiirler.

Nigün Marmara şiirleri bir içe dönüştür. İç dünyasındaki karamsarlığı görmek mümkündür. Çiçekler, mevsimler, hayvanlar, güneş, özellikle de ay ve renkler şiirlerinde ortak olarak kullanılan simgelerdendir. Kuş, özellikle de martı imgesi de Marmara şiirlerinde çokça kullanılır.

Sylvia Plath'ı çok severdi. Plath üzerine incelemeler yaptı. Bu şairin, bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışından çok etkilenmişti. Yazgısı da ona benzedi. Çünkü, o da Sylvia Plath gibi intiharı seçti.

Ece Ayhan: ''Hayatın arka bahçesini gören iki türk kadın yazardan biri"dir der onun için. İkincisi ise şüphesiz Tezer Özlü'dür.


Küçük İskender ise onun için ''güzel marmara'' der.
''nil' de gün ansızın battı ..''

"en yakın yabancı sendin,
daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.











Böyle işte Nilgün Marmara. Bu dünyada yer edinememiş kendisine. Ardından bize sadece şiirlerini bırakmış. Giderken düşündüğü tek şey ise şüphesiz kuşlar olmuş.

niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına 
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" 
bir çocuk demiş.


''Benden sonra kuşlara iyi bakın''






Ve sana söz güzel kadın: Kuşların bize emanet!




-Damla OKAY

26 Mart 2014 Çarşamba

                                                                    TRABZON

                                                    Yağmurun ıslattığı daracık kaldırımlar 
                                                         Ömrümü adadığım güzel şehir
                                                        Hoyrat dalgalar, hoyrat insanlar
Yaşamaya doyamadığım şehir 
Aşık olduğum dağlar, tertemiz sular 
Benliğimin sahibi şehir 
Ganita, Uzun Sokak, Boztepe... 
Ağladığım, güldüğüm, sevdiğim şehir 
Zağnos, Tabakhane köprüleri 
Dokusu eşsiz, eski bir şehir 
Gezdim, gördüm pek çok şehir 
Aklımda tek kalan, 
Yüreğimi çalan şehir 
Trabzon, Trabzon, Trabzon...
                            
                                              Ozan Özel
                    


                                                           Merve Nur KABALAR




Bir Küçücük Kesecik İçi Dolu Şiircik




GİRİŞ:

Merhaba Tenefüs Okuyucuları :) Bu hafta yazdığım küçük şiirleri yayınlayacağım.Biraz kısa oldu ama elimden gelen bu oldu.Bu hafta rahatsız olduğum için yazmaya pek vaktim olmadı.Lafı kısa tutalım,herkese iyi okumalar :)



1)
Ömrümün defterinden bir yaprak al
Ortasında sen,köşesinde ben...
Gönlümün bahçesinden bir çiçek al

Yaprağında sen sapında ben...

***

2)
Sevincim,üzüntün oldu
Başarım,mağlubiyetin...
Dostlarım düşmanın oldu 
Bir bileyim,ben senin neyinim?

***

3)
Düşünüyorum da...
Şu kara bataklığın ardında,
Çağlayan bir şelale
Zifiri karanlığımın içinde,
Parlayan bir meşale
Olsa gerek...


HİLAL EKŞİ

25 Mart 2014 Salı

Muhsin Yazıcıoğlu



Muhsin Yazıcıoğlu 31 Aralık 1954 tarihinde, Sivas-Sarıkışla’da doğmuştur. Önemli bir siyasetçi, düşünür ve şairdir.  Uzun süre millet vekilliği yapmıştır ve Büyük Birlik Partisi’ni kurmuştur. Siyasi fikirlerinden bahsedip çok daha uzun bir yazı yazarak, dergimizi edebiyat dergisi çizgisinden siyaset dergisi çizgisine çekmemek için; siyasi fikirlerini bir yana bırakıp edebiyatından ve hayatından bahsedeyim.
İlk ve orta öğretimini yerel okullarda yapan Muhsin Yazıcıoğlu, lisedeyken bazı mecmualarda sosyal-siyasal fikirlerinin yer aldığı yayımlar yapmıştır. Daha sonra Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesini bitirmiştir. Gülefer Yazıcıoğlu ile burada tanışmış, daha sonra da evlenmiştir. 
Muhsin Yazıcıoğlu, üniversiteden mezun olunca hemen siyasete atılmıştır. 12 Eylül 1980 sürecinden sonra 7.5 yıl boyunca Mamak Cezaevi’nde kalmıştır.  En bilinen şiiri olan Üşüyorum’u da Mamak'ta yazmıştır. Biz de bi’ okuyalım;


""Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
  Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
  Gözlerim parke parke taş duvarlarda
  Açılıyor hayal pencerelerim
  Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum
  Kekik kokulu koyaklardan aşarak
  Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
  Bir çeşme başı arıyorum
  Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
  Mis gibi nane kokuları arasında
  Ruhumu dinlemek istiyorum
  Zikre dalmış her şey
  Güne gülümserken papatyalar
  Dualar gibi yükselir ümitlerim
  Güneşle kol kola kırlarda koşarak
  Siz peygamber çiçekleri toplarken
  Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
  Huzur dolu içimde
  Ben sonsuzluğu düşünüyorum
  Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
  Durun kapanmayın pencerelerim
  Güneşimi kapatmayın
  Beton çok soğuk, üşüyorum...    ,,


Gençliğinde yazdığı bir çok siyasal makale vardır. Şiirlerini ise hem sosyal hem siyasal konularda yazmıştır. Bir edebiyat kitabı yoktur, elimize ulaşan birkaç şiiri vardır. Muhsin Yazıcıoğlu başka şiirler yazıp yazmadığını bilemiyoruz. Şiirlerini genellikle ceza evinde yazdığı için kaybolma ihtimali yüksek. Bunun yanında; Muhsin Yazıcıoğlu, şayet yazdıysa diğer şiirlerini yayımlamak istememiş olabilir.  Gelin ondan  bir şiire daha tanık olalım:

“” Sevdam sen,
    Kahverengi kadife gözlü!
    Seninle bir ömür paylaştık...
    Kaç bahar geçti anlamadan
    Acılar içinde mutluluk yaşadık...


    Dön de bir bak maziye
    Ne kaldı giden mevsimden?
    Acılar toplamışız
    Kır çiçekleri gibi
    Hüzün ve keder bahçelerinden.


    Bir sanatım var senden kalan
    Acılar içinde mutluluk yaşarım.
    Bak işte,
    Demir kapıların kapandığı
    Asma kilidin yanında
    Soğuk duvarların dibindeyim.


    Hiç çıkış yolu olmasa da
    Ruhumla öyle yakınım ki sana,
    Hemen gözlerindeki hüzne değeceğim.
    Uzansam bir ellerimle sanki
    Tüm gölgeleri sileceğim...    ,,,,



Bu dizelerin sahibi, 25 Mart 2009 tarihinde mitinge gitmek için bindiği helikopterinin düşürülmesiyle, sözde kazaya, esasında bir cinayete kurban gitmiştir.  Mekanı cennet olsun.
Kendisini saygı ve rahmetle üşüyoruz...



                                                                              M.Enes Batman

Emrah Serbes

Merhaba sevgili Tenefüs okuyucuları! Bu hafta sizlere içe işleyen, net ve gerçekçi yazılarıyla, içleri titreten kitaplarıyla yazar Emrah Serbes'i tanıtacağım.
Kimdir Emrah Serbes?
Emrah Serbes 1981'de Yalova'da doğdu. Zaman zaman Birgün gazetesi için söyleşiler yaptı, Radikal 2 için tiyatro eleştirileri yazdı. Aynı zamanda Hayvan dergisinin Ankara temsilciliğini yaptı. Bu dergide Ahmet İnam ve Cengiz Güleç ile düzenli olarak gerçekleştirdiği sohbetleri "Şen Profesörler: Metaforla Saadet Olmaz" (Say Yayınları, 2006) adıyla kitaplaştırdı. "Her Temas İz Bırakır" adlı ilk romanı İletişim yayınlarından çıktı. "Son Hafriyat" isimli ikinci romanı Şubat 2008 yılında yine İletişim yayınlarından çıktı. Ayrıca "Her Temas İz Bırakır" romanı Almanca'ya çevrilmiştir. Yazarın ilk öykü kitabı "Erken Kaybedenler", Haziran 2009 itibariyle kitapçı raflarındaki yerini aldı. Bir süre daha farklı tarzlarda yazılarını sürdüreceğini belirten yazar Emrah Serbes, polisiye yazmaya devam edeceğini de ifade etmiştir. Ayrıca Behzat Ç. adlı polisiye dizisinin 10 bölümde bir senaristliğini yapmıştır. Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm filminin senaristliğini üstlenmiştir. Son kitabı olan "Hikayem Paramparça" da ise aforizmalar ve hayata dair düşüncelerini okurlarına aktarmaktadır. Aynı zamanda şu an OT dergisinde yazmaktadır Emrah Serbes.
Emrah Serbes mutlaka okunmalı. Her okuyucu tarafından deneyimlenmesi gereken bir yazar olduğunu düşünüyorum. Hikayem Paramparça adli kitabını yazın okumuştum. Okuduğum en güzel kitaplar arasına yerleştirmiştim. Hayata dair düşüncelerini bu kitapta anlatan yazar son bölümde bir de hikaye paylaşıyor bizlerle. ''Galip İşhanı'' Bambaşka dersler çıkaracağınız, bambaşka şeyler düşüneceğiniz ve bambaşka hissedeceğiniz bir işhanının hikayesi bu. Neler yaşamış Galip! Neler yaşamış Emrah! Neler hissetmiş Galip!
Sadece kitaplarında değil, her yazısında bambaşka hissettiriyor bizi yazar. OT dergisini alıp okumanızı, neler söylediğine bir bakmanızı öneririm. Şayet yine etkileyici, anlaşılır bir üslupla karşılıyor bizi yazar. Yazısının sonuna gelip sayfayı çevirdiğinizde ders almış, anlamış, bir şeyler düşünüyor halde buluyorsunuz kendinizi. 'Doğru' diyorsunuz. İçiniz sızlıyor. İşte böyle yerlere değiniyor Emrah Serbes. Mutlaka okunmalı Emrah Serbes. Sizlere şimdiden iyi okumalar diliyorum, okumadan geçmeyin :)

                                                                                          Ceren Öztürk

24 Mart 2014 Pazartesi

Ben Bilemezdim

Aslına bakarsan çok kararsızım. Kalbime sorsam bir asır daha veriyor beklemeye mantığıma sorsam beklemek bile sacma. Ama bilemiyorum. Sen gittikten sonra senden uzaklasmak. Evet fazlasıyla mantıklıydı hatta olması gerekendi. Ama olmadı. Ne kadar denediysem de yapamadım.Kalbimle mantığım her zaman olduğu gibi yine ters gitti. Sen ilk olarak kalbinin sesini dinlemeyi tercih etmiştin. Bende kalbimin sesini dinlemeye karar verdim en azından bir süre.

Ben seni anlata anlata sana aşık oldum. Durmadan seni anlatmak seni konusmak istedim herkesle. Bildiğim ve asla atlayamayacağım bir şey vardi çünkü birini sevmeye beni benden daha iyi kimse ikna edemezdi, biliyordum. Ama bitince de anladım ki bana benden büyük yalancı yok.
Senden ufak ufak kesitler aldım: kelimelerin, duruşun, gülüşün. Bilirsin işte hepsinden ufak ufak birer parça. Sonra bunları hayallerimle kalbime sürükledim. Senide aynı hayallere inandırmak istedim, hemde her şeyden çok. Zamanla seni kıskanırken yakaladım kendimi. Durmaya çalıştım olmayacağını biliyordum belki de ama saf hayallerimin peşinden gittim yine dayanamadım. Mutluluk senle geldi senle de gidecekti biliyordum. Ardında dolu dolu özlemlerle derinden gelen ateş dolu gözyaşlarıyla beni bırakarak gidecektin sende.  
Susmakta aşkın yollarından biriymiş.Bu zamana kadar sessiz kaldım ama şimdi susamıyorum oturdum sana aşkımı yazıyorum. Neden hala vazgeçmedin dersin belkide. Denemedim mi sanıyorsun ? Belki bilirsin şairinde dediği gibi gibi vazgeçmeler vazgeçmekten vazgeçti.
Uzun bir sessizliğin arkasından aşkım böyle dile geldi iste.

Aklımın kilitli odalarından çıkıp bir bir dökülüyoruz ortaya senle ben. Darmadağın oldu şimdi her sey. Unutulduğunu sandığım anılar inciten cümlelerle tek tek dökülüyor yüreğimin kiriyle, pasıyla her şeyiyle. Bu zamana kadar sevgilerimi küçük cümlelerime saklaya saklaya hapsettim. Simdi tutamıyorum aslına bakarsan tutmak istemiyorum. Her neyse. Senle ben biz olabilir miyiz diye sorarken yakaladım kendimi. Cümleler arttı birbirini kovaladı; Ya beni herkesten çok severse,ya çok mutlu olursak, ya unutturursa her şeyi ? Bu cümlelerim sozsuza katladı kendini. Ben bilemezdim ki kendi yıkımıma koştuğumu.

Ceren DEMİREL

Bizim inanmaktan başka neyimiz var?

Yalnızlık unutulmaz derlerdi o yıllarda. Ben hava kararıncaya kadar sokaklarda dolaşır ve bu anlamsız cümleyi dinlerdim. Eskiydi. Eskiydik. Dolayısıyla anlamazdım. Sadece dolaşır dururdu sokaklarda bu cümle ve ben dinlerdim. Dinler ve anlamadıkça özür dilerdim gökyüzünden. Yağmurun yağması daha kolaylaşırdı belki de. Belki de ben kendi gözyaşlarımdan kaçarken neyin ne olduğunu kestiremez ve hep yağmur derdim. Çünkü insanlar tek bir soruyla ya da cümleyle benim güneşimi kaçırırlardı. Sonra uslanmazdım ve dışarı sorularını cevaplamaya çıkardım. Çünkü bilirdim, sadece yalnızlık değil, hiçbir şey unutulmuyordu. Sadece bir daha gün yüzüne çıkmasınlar diye gömülüyorlardı ve unutmuş taklidi yapıyordu insanlar. Onları bu halleriyle anlamak zor değildi. Onca acı ve kırgınlığı her gün hatırlayarak yaşayamazlardı. Zaten bu yüzden hepimiz kışı sevmezdik. En çok da ben. Gökyüzünün gri olması bütün geçmişi geri getiriyordu. Bu yüzden her yağmurda koşarak içeri kaçar ya da kendimi yola atardım. Çünkü yolda koşar, çünkü yolda büyür, çünkü yolda doyasıya ıslanırdım. Ve ben hala düşünüyorum. Çılgınlıkları, geçmişi, geleceği. Hala kıştan delicesine korkuyorum. Kışın değil de gökyüzünün gri olması korkutuyor beni. Düşünmekten delirmeme ramak kalması korkutuyor beni. Oysa benim daha sulayacağım çok çiçek, daha içeceğim o kadar çok çay var ki. Kendimi bunlardan, ve hatta gri gökyüzünden dahi mahrum bırakmak istemiyorum. Ve yalnızlığımı hatırlamak istemiyorum çünkü eski bir söyleyiş devam ediyor: Yalnızlık unutulmaz.
Bırakamıyoruz kendimizi. Bunu defalarca fark ediyorum. Etrafımızdaki insanları her birimiz haddinden fazla düşünüyoruz. Oysa dün ne ders almıştık bu hayattan? Alamamışız. Mutlu olmayı öğrenmenin zor olduğunu düşünmüşüz her satırımızda. Oysa değil. Yalnızlık unutulmaz lakin mutsuzluk da tekrarlanmaz. Bir yerden sonra hepimiz ayağa kalkmayı ezberlemiş hale geliriz. Ve yalnızlık gibi bu da unutulmaz. Lakin bizim unuttuğumuz tek şey mutluluğumuz olmuş. Her gün biraz geçmişle, buruk bir gülümsemeyle uyanıyoruz. Oysa her gün mutluluğa yeniden inanarak uyanmalı insan. Çünkü her şey gibi, mutluluk da unutulmaz. Çünkü, biz inandıkça büyüyeceğiz, büyüdükçe başaracak. Yürümek alışkanlığımızken düşmüş muamelesi gösteremeyiz kendimize. İçimizdeki çocuğa bağıramaz, ona küçüklüğün üvey anneleri gibi davranamayız. Hayır, biz böyle zalim olamayız. Çünkü biz umutları da ezberlemişiz. Kendimizi umutsuz bırakamayız. Kendi elimizden tutmalı, kendi başımızı okşamalıyız belki de kendi gözyaşlarımızı silmeli. Bana bazen kışlar bile bunu anlatıyor ki güneşin anlatabildiklerini dile getiremiyorum. Çünkü her martı çığlığında gökyüzüne bakıp gülümseyen biriyim ben. Her çocuk gülümseyişinde içindekilerle karşı karşıya kalan varlıklarız bizler. Çünkü kaç kez ağlamış olursak olalım bir deniz kıyısında huzuru tanımlayabilecek hale geliyoruz hepimiz. Çünkü çoğumuz bunların farkında olmadığımız için üzgünüz. Çünkü çoğumuz geçmişimize yanlış taraftan baktığımız için umutsuzuz. Çünkü çıkıp biraz koşsak rahatlayacağız ama cesaret edemiyoruz. Biraz cam açın. Gökyüzü dolsun içinize. Birkaç martı dinleyin ve öyle ağlayın. Biraz olsun sevmeden asla yaşamayın. Çünkü her mucize, sevginin getirisidir. Ve mucizelere inanın. İnanalım. Bizim inanmaktan başka neyimiz var?

                                                                            Ceren Öztürk

14 Mart 2014 Cuma

Hobbit Unexpected Journey

                                  Hobbit Unexpected Journey

John Ronald Reuel Tolkien'in, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin öncül kitabı olarak da görülen, Hobbit kitabı Guillermo del Toro tarafından sinemaya uyarlayacaktı ama filmin yapılması ile ilgili belirsizlikler nedeniyle filmden ayrıldı ve film Yüzüklerin Efendisi'nin yönetmeni Peter Jackson'un yönetmenliğinde gerçekleşti.Film Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin daha eskisini yani yüzüğün bulunuşunu anlatıyor.Yani Frodo Baggins'in amcası olan Bilbo Baggins'in yüzüğü nasıl bulduğunu ve yaşadığı macerayı anlatan bir film
 

Oyuncu kadrosuna gelicek olursak ; Martin Freeman,Ian McKellen,Andy Serkis ve Hugo Weaving'in başrollerde oynadığı film IMDB : 9.4/10 ve Beyaz Perde puanı ise : 4.6/5.Çoğu beklentiyi karşılayan film 3D seçeneği ile de tüm hikaye boyunca sizi hikaye içinde tutup ''Yüzüklerin Efendisi'' üçlemesi gibi sıkmadan aksiyon ve heyecanın içinde barındırıyor.


Filmin çekiminde,yapımında kısaca herşeyiyle filme harcanan tutar ise dudak uçuklatıyor.Tamı tamına $180,000,000.Filmin birazda konusundan bahsedelim.Smaug adlı alev ejderhasının Dwarf'ların yaşadığı ''Ereborn'' u ele geçirmesiyle başlıyor.Dwarf'lar evleri ''Ereborn''u Smaug'un elinden almak istiyorlar ve o dönemde ki ejderhaların değer verdiği tek şey içine gömülüp uyuyabilicekleri altınlar.Bunlar arasında ''Ereborn'' madenlerinin kalbi olan ''Arken Taşı'' da vardır.Thorin Meşekalkan ''Arken Taşı'' nı ele geçirmeyi planlıyordur.Bunun içinde bir hırsıza ihtiyacı vardır.Burda da Bilbo Baggins maceraya dahil olur.


 
Filmin sonuna gelicek olursak filmin sonu gerçekten çok beklenmedik bir yerde bitiyor.Bu sebeple seyircileri ne kadar hüsrana uğratsada 2.filmine bi hayli merak uyandırıyor.Bu arada filmin 2.si sinemaya çıkalı çok oldu.Şimdi tüm Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi sevenleri heyecanla filmin üçüncüsünün çıkmasını bekliyor.

                                                           Kayra Karakış

REMEMBER THE TITANS

Remember The Titans ( Unutulmaz Titanlar ) 2000 yapimi olup yönetmenliğini Boaz Yakin yaptığı biyografi, dram ve spor türlerini icinde barındıran gerçek bir hikayeye dayanan bir filmdir. IMDB puanı 10 üzerinden 7.7 olup diğer spor filmlerine oranla daha yüksektir bunun sebebi bu filmin sadece spordan ibaret olmamasıdır. Oyuncu kadrosu birkaç kişi dışında tanınmasa da gayet iyi bir kadro ya sahiptir. Başta Denzel Washington olmak üzere Ryan Gosling, Hayden Panettiere, Kate Bosworth, Ethan Suplee ana kadroyu oluşturmaktadırlar. Filmin vizyon tarihi ise 29 Eylül 2000 dir.


Asıl önemli olan kısmı ise oynayan kişiler değil, filmin konusudur. Gerçeğe dayalı bir konusu olması filmi daha da ilginç kılan kısmıdır. Bu güzel ve etkileyici film 1971 yılında Virginia eyaletinin Alexandria kentinde geçmektedir. Lisede amerikan futbolu çok popülerdir ve oradaki halkın tek gurur kaynağıdır fakat bu takımın ve şehrin küçük bir sınavdan geçmesi gereklidir ama bu sınav bahsettiğim kadar küçük değil o zamanların en büyük sorunu olan Irkçılık ile ilgilidir. Aslına bakarsanız bu sınav sadece bu şehir ile ilgili olmayan ama bu şehirde daha yoğunluklu olan bir sınavdır ve herşey beyazlardan oluşan bir takımın başına siyahi bir koç olan Herman Boone ( Denzel Washington) getirilmesiyle başlar. Takımın eski koçu Bill Yoast onun yardımcılığına getirilir. Takım ise siyahlar ve beyazlardan karma yapılarak kurulan bir takımdır ve koç Boone un işi bir hayli zordur. Koç Boone bu takımı kaynaştırmakla kalmayacak bu şehre de bir şeyi öğretmek zorunda kalacaktır. İki koçta başta birbirlerinden hoşlanmasa da zaman gittikçe birbirlerine tanıyıp birlikte calışmayı öğrenecekler ve bunların aynısı o takım ve tüm şehir içinde geçerli olacaktır. İşte filmin güzel ve insanın tüylerini ürpertecek anları bundan sonra başlayacaktır.


Gel gelelim ilk başta düsünebilirsiniz bu bir amerikan futbolu filmi ve ben o sporu ve kurallarını bilmiyorum diye ama bu tamamiyle önemsiz kalıyor filmde. Çünkü filmde amerikan futbolu bilgisi gerektirecek kısımlar çok ama çok az ve eğer herhangi bir sporla ilgileniyorsanız bu filmi izlemek sizin için çok daha rahat olacak. Sözde spor ile ilgili olan bu film zaman zaman insanin gözlerinden yaş getirecek zaman zaman da yüzünüzde anlamsız bir gülümseme bırakacak tatda ve aynı zamanda bir güzel tarafı da siyah beyaz ayrımına o kadar çok değinilmeyip konuyu sıkıcı hale getirmemesidir.




Bu film bazı filmlerle bağlantısı olmasa da bir ilgisi oluyor işlenen konu açısından, diğerlerini de başka zaman sizlerle paylaşmayı düşünüyorum. Sıkılmadan izleyeceğiniz ve zaman kaybı olmayacak bir filmi izlemeye hazır mısınız ?? Ben bile şimdiden heyecanlandım iyi seyirler :) 

                                                                                                          Hilmi Tuğkan Gülen

13 Mart 2014 Perşembe

Didem Madak

Tenefüs'teki ilk yazıma kitap tanıtımı yaparak başlayacağım. Aslında bir değil birbirinden şahane Didem Madak'tan üç kitap tanıtacağım sizlere. Beğeneceğinize adım gibi eminim :)


Öncelikle Didem Madak kimdir onunla başlayalım.

1970 İzmir doğumludur Didem Madak. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. İlk şiirleri Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Grapon Kağıtları 2000 yılında yayımlandı ve İnkılap Şiir Ödülü’nü aldı. Sonraki yıllarda yayımlanan ‘’Ah’lar Ağacı’’ ve ‘’Pulbiber Mahallesi’’ adında iki kitabı daha vardır. Ve 2011 yılında ise vefat etmiştir.




İlk kitabı Grapon Kağıtları’ndan devam edelim öyleyse:

‘’… şiirden hazmetmeyenler, grapon kağıtlarını yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.’’


Didem Madak’ın kısa bir şiirinin olmadığı çarpıyor göze öncelikle. Şiirleri hayata tutunmanın ve yaşama sevincinin dile geldiği şiirlerdir. Çilecilik ve mutsuzlukdur şiirleri. Böyle söylüyor Ahmet Ada ve ekliyor: ‘’Temiz kokan pazen gecelikten, şehriye çorbasına kadar bireyi kuşatan şeyler, nesneler, hayata oldu bitti olarak bakışının ifadeleridir.’’

Madak’ın şiirlerinde gündelik hayatla ilgili izlenimleri vardır. İnanç, arzu ve ölüm izlenimleri çevresinde okumak mümkündür. Daha çok dış dünyanın ve içindeki arzuların şairi olarak bilinir.








İkinci kitabı Ah’lar Ağacı için şöyler diyor Madak:

‘’Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiçbir şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarıldım. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Herhalde şimdi de bu kadar ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi.


Virginia Woolf’un  Orlando’sundan çok etkilenmiş Madak.
‘’Galiba bütün birikimimi ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm ve bu yüzden Ah’lar Ağacı şiirden çok bir ağıt olabilirdi’’ der.
Kendi acısıyla dalga geçmesini çok iyi bilir. Ve bu kitaptaki en güzel şiiri şüphesiz kitaba ismini veren Ah’lar Ağacı’dır.






Üçüncü ve son kitabı ‘’Pulbiber Mahallesi’’nde en yakın arkadaşı Müjde Bilir’in ağzından Didem’le ilgili bilgiler yer alır.
Ölümünden bir gece önce kardeşi Işıl hastaneye elinde bir defterle gelir ve Müjde Bilir’e verir. Kendi el yazısıyla yazdığı notlar ve şiirleri vardır bu defterde. Ölmeden önce son şiiri olan ‘’128 Dikişli Şiir’’ i ise kendi ağzından Işıl’a okumuştur. Ve ‘’ardından’’ adlı bölümde ise bu defterdeki şiirleri yer alır.




  Didem Madak’ın üslubu fazlasıyla kalbinizi ısıtır. Ölümüne en çok üzüldüğüm şairlerdendir. Keşke bugün aramızda olsaydı ve o kendiyle dalga geçmeyi çok iyi bilen kadının şiirlerinden daha çok okusaydık.




Küçük bir not: Eğer hala daha Madak okumamışsanız fazlasıyla eksik kalmışsınız demektir. 


-Damla OKAY